''Kitab'a Varis Kılınanların Üç Hali''

''Kitab'a Varis Kılınanların Üç Hali''

Akhisar'da ''Kitab'a Varis Kılınanların Üç Hali'' konulu bir seminer düzenlendi.

Akhisar Özgür-der temsilciliğinde düzenlenen seminer programlarının ikincisi ''Kitab'a Varis Kılınanların Üç Hali'' konu başlığıyla yapıldı.Konuyu işleyen Serkan Dursun Kur'an'i kavramların önemine değinerek başladığı konuşmasında özetle şunları anlattı:

"Biz bu ilahî vahyi kullarımızdan seçtiklerimize miras olarak bahşettik. Onlardan bazısı nefislerine zulmeder/zâlim; bazısı orta yolu tercih eder/muktesıd; bir kısmı da Allah'ın izni ile iyilikte başı çekenlerdir/sâbikundur. Bu (ise) en büyük fazilettir." (Fâtır, 35/32)

''Allah'a güven bağlamış bir insan olarak hayatını vahye göre düzenleyen ve ölene dek de bu halini devam ettiren insanlara mümin denilir. Başka bir ifadeyle mümin, kendisi emin olan, çevresine de emniyet telkin eden, güvenilir kimsedir. Bu nedenledir ki mümin, ilahi güvenlik kuşağı altında sonsuza dek, emniyet içinde yaşamayı hak etmektedir.

Yukarıdaki ayetin beyanına göre dünya hayatının fitneleri karşısındaki duruşuna göre Allah'ın kulları arasında üç grup insan tipi ortaya çıkarmaktadır:Bunlar ise Zalim, muktesıd, sâbikun'dur.Lafız, mana ve maksadı birlikte ele alarak birini diğerine feda etmeden yukarıdaki ayeti değerlendirdiğimizde incelemeyi gerektiren kavramlar şunlardır:

A. Istefeyna: Seçtik

Kime, nasıl, hangi yöntemle, nerede, hangi coğrafyada, kitap/sözlü vahiy indirileceği, tamamen ilahî iradenin mutlak denetimi altında gerçekleşir. Seçilenin temiz ve nimete liyakatli olması lazımdır. Abdullah'ın oğlunu "Mustafa" (seçilmiş-seçkin) yapan da işte bu ilahî teveccüh değil midir?

Seçilen eğer bir elçilik görevi yapacaksa üstün ahlaklı olması gerekir. Yüce Allah emaneti emanete ihanet etmeyecek, tam güven veren adil ve sadık kullarına verir. Değil mi ki, her tür yaratmanın faili olan Yüce Allah Hz. İbrahim ve Muhammed (s) gibi, âfaktaki ve enfustaki ayetlerin izini sürerek erdemli insan olmayı nebevi vahiy almadan başaran kimseler yaratmıştır; öyleyse insan, emaneti almaya liyakatli bir varlıktır.

Seçen Yüce Allah'tır. Seçilen ise peygamberler ve onların mirasına/davasına sahip çıkan tüm insanlıktır. Biyolojik veya kavmî özellikler seçilmiş olmanın bir ön koşulu değildir. Bu nedenleKudüs, Mekke gibi mekanların kalbini oluşturan vahye mirasçı olmak için, emaneti almaya uygun bir şahsiyet taşımak, liyakatli olmak gerekir.

B. Evresna: Mirasçı Kıldık

Varis olmak/mirasçı olmak başkasına ait olan veya başkasının yetkisinde olanı devralmaktır. Mirasçı kılmak ise kendi uhdesinde olanı şartlı olarak bir başkasına devretmektir. Bu bağlamda belirleyici olan mirasçı kılınan/varis olan değil, mirasçı kılandır.

"Evresna/mirasçı kıldık" ibaresi, Kur'an'da iki konu bağlamında geçmektedir: "Yeryüzüne mirasçı kıldık" ve "vahye mirasçı kıldık."

Göklerin ve yerin mirası nihai anlamda Allah'a aittir; Allah her şeyin vârisidir. Her şeyin varisi olan Rabbimiz irade ve özgürlüğün de asıl sahibidir.

İnsana verilen nimetler de, vahiy nimeti de emanet olarak, denemek üzere verilmiştir. Eğer mustazaflar/ezilenler, tevhid ve adaleti esas alırsa yeryüzünün mirasçısı olurlar.

Yüce Allah ister yeryüzünü isterse kitabı/vahyi bizi mirasçı kılsın, amacı imtihan etmektir. Bu bağlamda "Kitab'ı/vahyi seçtiklerimize mirasçı kıldık." ifadesinde teşvik ve ikaz vardır. Kim sahiplenirse o varis olur. Risalet mücadelesi belli bir zamanda belli bir mekandan başlamış olsa da Allah'ın vahiy nimetine mirasçı kılmak için seçtikleri en genelde tüm insanlıktır.

Kitab'a Mirasçı Kılınanların Üç Hali

İbn Abbas'a göre zalim, nankördür; muktesıd, riyakardır; sâbik ihlas erbabıdır.

Hasan-ı Basri'ye göre ise zalim, seyyiâtı gâlip, kötülükleri iyiliklerinden çok olandır. Muktesıd, hasenatı, seyyiâtı eşit olandır. Sâbık ise, hasenâtı galip olan, iyiliği kötülüklerinden kat kat çok olandır.

En önce zalim, sonra muktesıd, sonra da sâdık olanın zikredilmesi Ebu Yusuf'a göre, çokluk sıralamasıdır: İnsanlık içinde en az bulunanlar sadıklar/imamlardır.

Bu genel değerlendirmelerden sonra kitaba/vahye mirasçı olan üç grubu daha yakından inceleyebiliriz.

A. Kendilerine Zulmedenler (Zalimler) ve Kendilerine İyilik Edenler

Zalim; bilinçli olarak zulmü tercih eden, kendisine ve çevresine haksızlık yapmayı kimlik haline getiren insanların sıfatıdır. İmandan sonra küfre düşenler de zalimlerdendir.

Vahyin mirasçısı olduğu halde, anne-babaya da örften tevarüs eden değerleri tanıyıp bildiği halde, sahip olduğu nimetleri dünyevi çıkarlarına feda edenler, kendilerine zulmedenlerdir (zalimun li nefsihi).

Ancak Fatır Suresi, 32. ayette geçen zalim ismi "li" edatıyla birlikte geçtiğinden dolayı buradaki zalimliği asla değişmeyecek olan bir tavır olarak nitelendiremeyiz. Zalimin "li" edatıyla birlikte kullanılması, bu kişide hakikatin zaman zaman parladığını, ama bu aydınlığın çoğunlukla karartıldığını gösterir.

i. Ahireti Unutan Zalimler

Vahiy nimetini kültürel bir miras olarak alan, kibirli "bahçe sahibi kıssası"nda malıyla övünerek kendine yazık eden bir adam "zâlimun li-nefsihî" denilerek anlatılmaktadır. Ahiret konusunda kalbinde ciddi kuşkular taşıyan bu adam, "Öte dünya olsa bile ben iyi insan olduğum için bana öncelik verilir." rahatlığı içinde Allah'a ortak koşmuş, bilinçli olarak zulmü tercih etmiştir.

Kendilerine zulmedenler münafıklar, kafirler ve büyük günah işleyenlerdir. Bu üç sosyal grubun birbirlerine benzemesi söz konusudur.

ii. Küfre Düşen Zalimler

Bir zalim türü de; imandan sonra kalbi eğrilen, küfre düşen ve halini değiştirmeye çalışmayan kimsedir. Saffat Suresi'nde beyan edildiğine göre, İshak Peygamber'in soyundan iki tür insan çıkacağı, bunlardan birisinin "iyiliği hayat tarzı haline getirerek muhsinlerden olacağı"; diğerinin ise "zulmü hayat tarzı edinerek apaçık zalimlerden olacağı"beyan edilmektedir.

"Zalim" ile "muhsin" iki farklı kimliğin model insanıdır. Zalimin "li" edatıyla birlikte kullanılması, bu kişinin örfen müminlere yakın durduğunu, kendisine hidayet yasalarının tebliğ edildiğini gösterir, hakikatten habersiz değildir ama hakikatten nasipsizdir.

Kendilerini doğuştan seçkin bir ırk sayarak hak etmedikleri bir itibar bekleyen, peşinen Allah'ın rızasına mazhar olduğunu zanneden Yahudiler ve Yahudileşenler zalimdirler. Oysa amelsiz iman mümkün değildir. Bir peygamberi, azizi, veliyi, Kur'an'ın lafzını takdis etmek hiç kimseye özel bir statü kazandırmaz; işte böyle bir zan zulümdür; kendi kendini kandırmaktır.

iii. Muktesıdlara Yakınlığı Çağrıştıran Zalimler

Fatır Suresi, 32. ayette geçen zalim ise sâbikûndan da –iyilikte başı çekenlerden de- olmayan, muktesıdlardan da -öncülerin peşinden ağır aksak bir şekilde de olsa gidenlerden de- olmayan üçüncü bir sınıftır.

Bu ayette de zalim kelimesi "li" harfi ceri ile birlikte kullanıldığı için, zulüm mutlaklık değil mukayyetlik ifade eder. Sürekli olarak zulmeden, hayatı boyunca zulmü bilinçli bir tavır olarak sürdürenleri ifade etmez. Bu ayette beyan edilen zalim; zaman zaman imana, zaman zaman da küfre yakın duranlardır.

Mutlaklık ifade etmeyen zulüm; Allah'a tam bir dönüş amacıyla istiğfarla arınabilecek bir günahtır. Adem ve eşinin yasak ağaçtan yedikten sonraki halleri Kur'an'da şöyle beyan edilmektedir:

"Ey Rabbimiz! Biz nefsimize/kendimize zulmettik/yazık ettik, bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen, ebediyyen kaybedenlerden olacağız." (A'raf, 7/23)

Bu ayette de görüldüğü gibi zulüm, kişinin günah işleyerek kendine haksızlıkta bulunmasıdır, bu hüsranla/ebedî iflasla sonuçlanabilecek bir risktir. Bu sapmadan eğer tevbe-istiğfar ile yeniden manevi güvenlik kuşağı olan imana dönülmez ise bir süre sonra günahlar kişinin etrafını çepeçevre kuşatarak onu içine alacak ve yutacaktır.

Zalim zulmederken aslında kendine tuzak kurmaktadır: "Kötü tuzak ise sahibine dolanır."(Fatır, 35/43)

Allah'ın tüm insanlık için değişmez ve aynı olan hidayet-dalalet yasalarına/sünnetullaha göre, "Zulüm ve günah imanı yok edebilen bir risktir." Tevbe ile dönüşü olmaz ve failini çepeçevre kuşatırsa zulüm sonsuz iflasla –ebedî hüsranla- sonuçlanır: "Allah doğru yolda gidenlerin hidayetini artırır; hidayet ise takvanın bir meyvesidir."

"Nefsine zulmetme"nin tersi, "nefsine iyilik etmek"tir. Çünkü günahla imanı karartanların Allah'a ne bir faydsası ne de bir zararı dokunur. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararınadır. Çünkü her salih amel öznesinin, ebedî saadetine yaptığı yatırımdır. Allah rızası için yaptığımız samimi her güzel iş, "kendimiz için sonsuza dek parlayacak bir ışık yakmak" anlamına gelir.

Nefsine zulmetmeyi hayat tarzı edinenler, yaptıkları yüzünden zamanla iman nimetinden mahrum kaldıkları için, hüsrana/ebedî iflasa sürüklenirler. Nefsini takvadan beslenen amellerle fücurun saldırılarından koruyanlar ise ebedî felahlarını/sonsuz kurtuluşlarını kendi elleriyle hazırlamış olurlar.

B. Doğru ile Eğri Arasında Bir Yol Tutanlar (Muktesıdlar)

Tüm çağrışımları olumlu olan bir fiilden türetilmiş bir ismi fail olan muktesıd, kök anlamlarıyla birlikte altı ayette geçmektedir.9 Türkçe'de ekonomi yerine kullanılan iktisat, muktesıdla aynı kökten türetilmiş bir isimdir ve israfın –gereksiz ve boş yere yapılan harcamaların- tersini ifade etmektedir.

Muktesıd olanlar; zalimlerle sâbikûn arasında yer alırlar: Onlar tercihlerini tam olarak ortaya koymayıp çekingen davranan, hakikat karşısında zaman zaman ilgisiz ve kayıtsız kalanlar, zaman zaman da arkadan öncüleri izleyenler; zulümle mücadelede çekimser davrananlardır. Vahiy nimetine sahip oldukları halde, yeterince kıymetini bilemedikleri için bu kimseler cennete Sabikûn kadar yakın değildirler. Çünkü muktesıd; bazen amel eden, bazen etmeyen kimselerdir; iman konusunda aynı kararlılık ve tutarlılığı öncüler gibi istikrarlı bir şekilde sürdürmeyi başaramamışlardır. Az bir salih amelle yetinmelerine rağmen imanlarını korudukları için, muktesıd olanlar defterlerini sağdan alan ashab-ı meymeneden olacaklardır. Ancak muktesid olanların her an nefislerine zulmedenler konumuna düşme riskleri vardır.

i. Ehli Kitab'ın Muktesıdları

Tevrat ve İncil'in mirasçısı olan Yahudi ve Hristiyanlar, ellerinde vahyin mirası bulunduğu için, eğri ile doğruyu tanıyabilme yeteneğine sahiptiler. Fakat az bir kısmı "muktesıde/doğru yoldan ayrılmayan, taşkınlık yapmayan kimseler"dendi; çoğunluğu ise yoldan çıkmıştı. Maide Suresi'nde Ehli Kitab'ın muktesıdlarının istisna olduğu, çoğunluğun ise kötülüğe batmış olduğu beyan edilmiştir.

ii. Afaki ve Enfusi Ayetlerin Muktesıdları

İnsanların dış ve iç gözlem yapabildiği ayetler karşısında, üç hali vardır: Birincisi; dinde muhlis olmak/içtenlikle Allah'a bağlanmaktır.

İkincisi; küfre yönelmek/haince nankörlük yapmaktır.

Üçüncüsü; muktesıd olmaktır. Yani küfre meyl etmemek, ama Allah yolunda üstün bir gayret de göstermemektir.

Lokman Suresi'nde anlatılan kasırga meselinde insanoğlunun bu üç tavrı beyan edilmektedir. Buna göre, Allah'ın kasırga, deprem türünden olağanüstü hissedilen ayetleri karşısında insanlar üç tutum/üç tavır, üç kimlikle daha sonraki hayatlarına devam ederler.

Bir kısmı önceden olduğu gibi samimi kulluğuna devam eder, Allah'ın ayetlerine tutunarak kendini imanın selamet sahillerine atar. Bir kısmı tehlike esnasında Allah'a sığınır, karaya çıkınca O'nu unutarak kendilerine yazık ederek zalimlik, gaddarlık yapar, böylece önceki hayatındaki küfre geri döner. Bir kısmı ise, yakaladığı iman fırsatına tutunarak, muhlislerin ardından orta bir yol izleyerek hayat yolculuğuna devam eder; işte bu grup, ayette "muktesıdlar" olarak nitelendirilmektedir.

C. Allah'ın İzniyle Başı Çekenler (Sâbikûn)

Se-be-ka kök harflerden türeyen fiiller; yarışmak, öne geçmek, koşuşturmak gibi anlamlara gelmektedir. Sâbeka ise karşılıklı rekabet içinde, birbirini geçme arzusu ve iştiyakıyla hayırda sürat yarışı yapmaktır.

İlahi övgü ve müjdeler öncelikle sâbikûn içindir. Nefsine zulmedenlerin muktesıdlara, muktesıdların sâbikûna katılması için ayette (35/32) teşvik ve ikaz vardır. 33. ayete göre, Adn cennetlerine en yakın olanlar hayrın öncüleri, ilk yapanları, ilk ateşleyicileridir. Onlar zulme karşı ilk düğmeye basanlar, zalime ilk taşı atanlar, şeytanlara karşı ilk tetiği çekenler, gönüllerin ve coğrafyaların fethinde ilk akıncılardır.

Dünyada Allah'a en yakın olan ahirette de en yakın olacaktır. Önde olan önde, ortada olan ortada, arkada kalan arkada olacaktır. Bu dünyada ilahi hakikate karşı kör ve sağır davrananlar, ahirette kör ve sağır olarak haşr olunacaktır.

Sâbikun bi'l-hayrât ise; hayırda öncü oldukları için salih amellerle yükselen; salih amelleri yükseltenlerdir. Hamele-i Kur'an olan, vahye hizmet eden alimlerdir.

Sâbikûn vahiy nimetine ilahi emanet gözüyle bakıp değerlendiren öncü müminlerdir. Vahyin mirasına sahip çıkıp korudukları, geliştirdikleri için Adn cennetlerine ve Naim cennetlerine girenlerin ilkleri olacaklardır: Mirasa sahip çıkan cennete vâris olacaktır.

i. Ashab-ı Meymenenin Sabikûnu/Naim Cennetlerinin İlk Misafirleri

Müminûn Suresi'nde beyan edildiğine göre, sâbikûn; hayırda yarışarak, fedakarlıkta bir birlerinin önüne geçmek için ileri atılanlardır.

Yüce Allah sabikûnun birincilerine -muhacirlere, ensara ve ihsan ile onların ardından ilk önce gitmek için ileri atılanlara- fevzü'l-azimi/büyük kurtuluşu, ebedi nimetler yurdu olan cennetleri vad etmiştir.

Çünkü sâbikûn ilk riski alanlar, ilk akıncılar, ilk olarak güzel örnek olanlar, ilk fedakarlık yapan fedailerdir. Onlar peygamberler ve onların yolunu izleyen imamlardır ve tarihe Kabe gibi ölmeyen manevi miraslar bırakmışlardır.

İnsanlar ahirette üç sınıf olacaktır: Birincisi amel defterini soldan alacak ve cehenneme gidecek olan zalimler/kafirler. İkincisi; amel defterini sağdan alıp cennete gidecek olan ashab-ı meymenedir. Üçünüsü ise, Allah'ın yakınlığını ilk kazanan, bu konuda öncülük yapan, bu nedenle de cennete ilk girecek olan ashab-ı meymenenin sâbikûnu.

Vakıa Suresi'nden anladığımıza göre, sâbikûnun birçoğu, tarihin kırılma dönemlerinde salih amelin ilk öncüleri arasından çıkacaktır; bir kısmı da öncülerin yolunu izleyip hayrın önderliğini yapanlar arasından çıkacaktır.

ii. Adn Cennetlerinin İlk Misafirleri Olan

Sâbikûn

Allah katında "fadlu'l-kebîr/en büyük fazilet", sâbikûn'dan olmaktır. Hayırlı işler yapmada sürat yarışı yaparak ileri atılan öncüler, imamlar ve liderler, bu uğurda katlandıkları fedakarlıklar ve aldıkları riskler dolayısıyla Adn cennetleriyle müjdelenmişlerdir.

Verili Değer İmtiyaz Doğurmaz

Kısaca, insanları Allah katında değerli kılan takvaları, dua ve yakarışları, niyazlarıdır:

"De ki: Sizin dua ve kulluğunuz olmasa, Rabbim size ne diye değer versin ki?" (Furkan, 25/77)

Müslüman, Yahudi, Hristiyan bir ailede dünyada doğmak bir ayrıcalık değildir. Çünkü insanlara vehbi olan değil, kesbi olan Allah katında değer kazandıracaktır.

Kitab'a/vahye mirasçı olmak tek başına yeterli değildir. Öyle olsaydı İsrailoğulları, kültürel genleriyle devraldıkları Yahudiliğin çarpık tasavvuruyla kurtuluşa ererlerdi.

Yahudiler, Allah'ın affına güvenerek salih amellerden kaçtıkları, rahat ve konformist bir hayatı tercih ederek dünyevileştikleri (Lokman, 31/33; Fatır, 35/5); cehennemi geçici bir yerleşim birimi olarak tahayyül ettikleri için (Furkan, 25/65; Fatır, 35/36) kınanmaktadır. Kitab'a mirasçı oldukları halde, bu miras onların derdine derman, sadrına şifa olamamıştır.

Doğuştan içinde yer aldığımız kavmimiz, kültürümüz, örfümüz, babalarımızdan tevarüs eden vahiy geleneği, kısaca "Kitab'a mirasçı olmak" bir övünç meselesi değildir, bir sorumluluk sebebidir. Bize seçilmiş olmak değil, bizi seçkin kılacak değerlere sahip çıkmak ebedî kurtuluş imkanını verecektir.

Başka bir deyişle bizi cennete götürecek olan, doğuştan verilmiş olan -dil, kavim, cinsiyet ve ideolojik mensubiyet gibi- kimlikler değildir; sonradan kendi kendimizi gerçekleştirme çabası ile elde ettiğimiz kimliktir. Bu da Kur'an'ı yaşama kaygısıyla, lafzına, manasına ve maksadına uygun olarak tilavet etmekle olur.

Sabikûndan olmak fadlu'l-kebirden/büyük fazilet sahiplerinden olmak öncelikli hedeftir; olmuyorsa muktesıdlardan olmak lazımdır. Kısmen de olsa zulme bulaşmak çok risklidir. Çünkü zulüm tevbe imkanı olmazsa, şirk ve günahın sahibini kuşatarak manevi felaketle –ebedî hüsranla- sonuçlanır. Mümkünse sâbikûndan olmak, hiç değilse muktesıd olmak insanlar arasında sahih bir duruş sergilemektir. Bu onurlu duruş kişinin "kendine iyilik" etmesidir.

Günahlar zararlı mikroplar gibidir, zamanında tedbir alınmazsa yavaş yavaş yerleştiği yeri öldürür. Günah bataklığında sivri sinek olmak "nefsine zulümdür/kendine kötülük yapmak"tır. Ebediyyen iflas etmiş bir kişi olarak cehennem çukurlarında yaşamaya mahkum olmak bir kişinin kendine yapacağı en büyük haksızlıktır.''

Seminer programı sorulan soruların cevaplanmasından sonra sona erdi.

akhisar_seminer.jpg

akhisar_seminer-(3).jpg

akhisar_seminer-(4).jpg

akhisar_seminer-(5).jpg 

Önceki ve Sonraki Haberler