Bursa’da Modernizm ve Müslümanlar Paneli Yapıldı

Bursa’da Modernizm ve Müslümanlar Paneli Yapıldı

Özgür-Der Bursa şubesi alternatif eğitim çalışmalarının bu ay ki konusunu "Modernizim ve Müslümanlar" olarak belirledi.

Civan Behiç Turhan'ın moderatörlüğünde Ördekli Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen program Hülya Şekerci ve Gülden Sönmez'in sunumları ile gerçekleştirildi.

Modernizmin hem kavram hem de olgu açısından değerlendirildiği panelde Müslümanların bununla olan ilişki ve etkileşimlerin düzeyleri ortaya konmaya çalışıldı. İlk sözü alan Civan Behiç Turhan, modernizmin kavramsal tanım ve tahlilini yaparak, Müslümanların hayatında bulduğu karşılığı şu sözler ile ifade etti;

Bugün Müslümanlar arasında İslam’la modernizmin karşılaşması gibi heyecan ve tartışma yaratan pek az konu var. Bu mesele sanattan, siyaset ve itikada kadar uzanan geniş bir skalayı ilgilendiriyor ve hakkındaki ihtilaflar, maalesef çoğunlukla soğukkanlı ve mutedil analizlere söz hakkı tanımayan şiddetli tepkilere ve ithamlara tekabül ediyor. Bilindiği gibi, asırlarla ifade edilen uzun bir süre boyunca, bulundukları coğrafyada siyasi ve bulunmadıkları coğrafyalardaysa psikolojik hâkimiyeti ellerinde tutan Müslümanlar, zaman içerisinde düşmanları karşısında gerilediler, mağlup oldular; topraklarını, maddi varlıklarının büyük kısmını, itibarlarını ve otoritelerini yitirdiler. Buna mukabil ruhban sınıfının zulmü altında inleyen garpta, feodal yapılar teker teker tarihe gömüldü. Siyasi ihtilaller, iktisadi atılımları beraberinde getirdi, böylelikle gelişen ticaret sanayiye evrildi. Sanayi şehirleşmeyi, şehirleşme de aydınlanmayı tetikledi. Neticede garp alemi; güç, iktisat, kültür, sanat vb. pek çok alanda Müslümanları geride bıraktı. Tabii ki batının bu inkişafının sebeplerine müteallik olarak muhtelif yorumlar yapabiliriz. Ancak bize göre; batı karşısında uğranılan hezimetin kaynağını tespit gayretine girişen Müslüman coğrafya sakinleri, tefekkür safhasında aceleci davranmış ve kerametin modernizasyonda olduğu zannına kapılmışlardır. Çünkü kısaca ifade ettiğimiz süreç içerisinde sorgulamak eylemini keşfeden Avrupalı, önce zahirdeki erk sahibi olan kralları ve akabinde tabii ki zulmün asıl müsebbibini, yani kiliseyi ve beraberinde kilisenin din telakkisini hedef tahtasına oturttu. İşi bittiğindeyse kralların ve ruhbanların iftiharla taşıdıkları o kutsallık zırhları paramparça olmuştu. İşte bu tabloya bakan Müslüman coğrafya mütefekkiri –ki ilerleyen dönemde toplum mühendisliğine soyunduğu zaman biz onu ittihat-terakki gibi bazı özel isimlerle yad edeceğiz, Müslüman mütefekkir yerine Müslüman coğrafya mütefekkiri dememiz de bundandır– kendi hanesinde benzer şartların cari bulunup bulunmadığını değerlendirmeksizin ve iştahla Avrupalıda gördüğü pozitivizm, rasyonalite, sekülarizm, bilimsel düşünce ve bunların tamamını kapsadığını söyleyebileceğimiz modernizm mefhumlarını cebine doldurmaya başladı.Kendisinin unuttuğuysa şuydu ki batının tahtından ettiği din, Kur’an’dan önceki vahyin, muhataplarınca tahrifi sonucu oluşmuş, yani muharref ve tabiatıyla muharref bir dindi. Öyle ki batı, bu dini tümüyle terk etmekle kurtuluşun mümkün olabileceğini düşündü ki esasen sonuna kadar haklıydı. Ancak batılı, bir başka batılla ikame ediyordu, yani modernizmle. Bu noktada hem konuya aşina olmayanları aydınlatmak, hem de konuşmacılarımızı kavramları izah zahmetinden kurtarmak adına Modernizm nedir?” sorusunu sorup cevaplamak istiyorum: Literal manada, yani kelime anlamı itibariyle modern; çağcıl, çağdaş, yeni, asri olan demek. O halde modernizm de çağcıllık, yenilikçilik anlamına geliyor. Ancak sınırı bu anlam etrafında çizersek, mesela, ortaçağ Avrupa’sının, pagan yani politeist/putperest dönem Avrupa’sından daha modern olduğunu söyleyebiliriz. Ve tabii ki İslam’ın cahiliye dönemi Arabistan’ını modernleştirdiğini de… Ancak kelimenin kavram boyutu/akademik boyutu, böylesi naif, masumane tespitlere izin vermiyor maalesef. Zira modernizmle asıl ifade edilmek istenen, insanın Ortaçağ Avrupası’nda ve daha öncesinde yüklendiği dini kulluk görevini terk edip kendisini, aklını ve rasyonaliteyi merkeze alması; bilimin, bilimsel düşüncenin, pozivitizmin, yaşamın tüm alanlarına nüfuz etmesini sağlamaktır. Bunun için modern insan, felsefeden sanata kadar her alanda, geçmişten getirdiği her şeyi, hakikatle örtüşüp örtüşmediğine bakmaksızın, gereksiz yük addedip heybesinden atmalı ve bunları kendi mahsulü olan yeni düşünce ve eşyayla ikame etmelidir. Yani eski; kötü, çirkin ve köleleştiricidir, yeni de iyi, güzel ve özgürleştirici. Ancak şurası açık ki modernizm, insanın arz üzerinde ve zaman içindeki yolculuğuyla kıyaslandığında hayli yeni bir kavram. Onun Allah’a hamd ettiği süreyle kıyaslandığı zaman, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da Rönesans, Reform, aydınlanma çağı ve müteakip geniş ölçekli değişim süreleriyle temeli atılıp kurumsallaştırılan modernizmin hakimiyeti, göz açıp kapamak misali. Yine de görüyoruz ki içinde yaşıyor olduğumuz zaman zarfında Müslümanlar ekseriyetle, ya modernizmin rüzgarını da arkalarına alıp şeytanın iğvasına kapılarak sahte mutluluklarla avunuyorlar, ya da modernizmle savaş adına aşina oldukları haricindeki her şeye batıl/küfür etiketi yapıştırıyorlar. Merceği bu iki ekstrem oluştan ilkine yönelttiğimizde, sekülerleşme/profonlaşma adı verilen gayri maneviyatçı bir tehdidin, modern müslümanın hayatında ve düşüncesinde ciddi bir sarsıntı meydana getirdiğini görüyoruz. Kendisi seküler olanla ilahi olan, modernizmle din arasında bir dilemma hali yaşıyor ve maalesef sekülar, pozitivist modernist aklın güdümündeki bir inancı, esasen akletmeyi de muhtevi olan imana tercih ediyor. Neticede dindarın protestanlaşması ve dinin, hayatın belli bir bölümüne hapsedilmesi gibi fenomenler karşımıza çıkıyor. Diğer yanda geleneğe ait olması kaydıyla her şeyi, hiçbir tasnife tabi tutmaksızın mukaddes addeden bir Müslüman profili var. Modernizm tenkidini dilinden düşürmüyor ancak ironiktir ki hem modernizmin ne ifade ettiğini bilmiyor, hem de inandığı dinin, ilahi vahiy ve sahih sünnete tarihi süreç içerisinde eklemlenmeye çalışılmış modern ilavelerden müteşekkil olduğunun farkında değil. Son olarak tekrar yüzümüzü batıya çevirelim. Ne görüyoruz? İcat ettiği yeni kavramları putlaştıran batılı mütefekkir, 20. yüzyılın ortalarına geldiğinde kendisini kilisenin zincirinden kurtaran şeyi, yani sorgulamayı uzun zamandır pratik etmediğini anlamış. Bu kez hür aklının ve bunun gerçekte kendisine ne kazandırdığının muhasebesini yapmaya başlamış. Zira iki dünya savaşı yaşanmış, milyonlarca insan ölmüş ve bunlara da o zamanında tefe koyup çaldığı din yol açmamış. Aydınlanmayı müteakip çağdaşlığın, modernizmin, rasyonalizmin, pozitivizmin, akılcılığın, bilimciliğin insanlığa ne getirip ne götürdüğünü sormuş, bu sorudan da postmodernizm dediğimiz bir başka akımı doğurmuş. Hasılı, atı alıp Üsküdar’ı geçmiş yine galiba ama bu başka bir panelin konusu olsun. Zira konumuz modernizm ve başlarken de belirttiğimiz gibi bugün Müslümanlar arasında İslam’la modernizmin karşılaşması gibi heyecan ve tartışma yaratan pek az konu var!

Civan Behiç Turhan’ın ardından söz alan Gülden Sönmez, Modernizim ve Müslümanlar olgusunu beraber telaffuz ettiğimizde kadrajımıza girecek görüntünün bütünselliğine oldukça dikkat etmemiz gerekir. İnandığımız ve hayatımızın merkezine koyduklarımızın hüviyetini sorgulamadıkça ne ferd olarak ne de ümmet olarak ihya olma şansımız pek olmayacak en önemlisi de vakıanın tehlikeli boyutlarını hiç bir zaman hakkınca göremeyeceğiz giyerek konuya dair görüşlerini şöyle ifade etti;

Modernizm olgusu birçok konu ile ilişkilendirilebileceği gibi öncelikle emperyal politikalar veçhesinden okunması gerekir diye düşünüyorum. Elbette ferd ve cemiyet üzerindeki etkileri nihai kertede daha önemli ve ıslah edilmesi hususunda ilk öncellerimiz dâhilindedir. Ancak fotoğraf karesinin tümünü görmeden yapılacak bir kısmi ele alış, bizi ayrıntıya denk gelebilecek bir okuma ile sınırlandırabilir. bu bağlamda emperyalizmin halkı Müslüman ülkeler üzerindeki tahakkümü ve onların içerisinde bulunduğu halin dikkatlice tahlil edilmesi gerekir. Bu gerekliliğin yaşadığımız şu zaman dilimi içerisinde ayrıca önemli bir tarafı bulunmaktadır ki o da orta doğuda meydana gelen başkaldırı hareketleridir. Adalet ve özgürlük taleplerinin merkezde olduğu bu isyan hareketleri emperyalist ülkelerin ihraç ettiği ve dayattığı siyaset ve dünya görüşünü yerle yeksan ederek kendi iradelerini ortaya koyacaklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Ancak kardeşlerimizin yanlarında olmak ve hayra yönelik bir ümidi sürekli diri tutmakla beraber daha ihtiyatlı ve gelecekte olabileceği doğru okumamız çok daha önemlidir. Çünkü emperyalist ülkelerin sömürgeleştirme politikaları konjonktüre göre sürekli değişkenlik taşıyan bir özelliği içinde barındırır. Malik bin Nebi’nin dediği "sömürülmeye açık olma hali"nin ortadan kaldırılması yolu ile tehlikeyi azaltabilir ve onun ciddiyetin tam olarak farkında olabiliriz. Emperyal devletlerin ikiyüzlü karakterini tarihsel birçok vakıa içerisinde görmemiz mümkün olduğu gibi daha dün Ortadoğu da ki isyan hareketlerine karşı takındıkları tutumda görmemizde mümkündür. Kan, gözyaşı ve zulüm ile elde ettikleri Müslüman coğrafyaları cetvelle çizdikleri günden beridir doğrudan müdahale ile yönlendirdikleri kuklaları devrilmeye yüz tuttuğunda onlara sığınma hakkı vermeyecek kadar çıkarcı hareket ederek gerçek yüzlerini göstermişlerdir. Yırtıcı bir vahşinin avına kilitlenişi gibi sessizce beklemekte ve eski iktidarını devam ettirmek için daha uygun bir taktik belirleme çabası içerisine girdiklerini bilmeliyiz. Diğer taraftan emperyalist güçlerin hala doğrudan zulüm ettikleri birçok Müslüman coğrafya mevcut. Ortadoğu, Asya, Afrika sınırları içerisinde sayısı onlarcayı bulan ülkeler bunlar. Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda emperyal devletlerin müdahaleleri hiç bir zaman sadece zengin yer altı kaynaklarını sömürmek düzeyinde kalmamıştır. Siyasete yapılan zorba bir müdahale aynı zamanda sosyo-politik bir tahribatı da doğurur.

Toplumsal alanda zuhur eden yozlaşma ilk olarak o toplumun inancını hedef tahtasına oturtur. Değer yargılarında bir bozulma oluşunca onun eğitim, sanat, kültür, aile, ve sosyal ilişkiler düzeyine inmemesi beklenmemelidir. Emperyalist zorbaların yaptıkları müdahale hangi düzey ve katmanlarda olursa olsun mankurtlaştırmadır. Emperyalistlerin laboratuarında denek olmaya gönülden razı olanlar oradan çıktıklarında sorgulamayan, kendine ait olandan bi-haber olan, gösterilene koşullanan ve önüne konan ile yetinen bir garip ucubeye dönmenin adı oluverir. Emperyalistler üzerinden yaptığımız bu analiz aynı zamanda modernleşmenin gerek ferd gerekse toplum üzerinde meydana gelen etkisi ile oldukça benzeştirler. bu ayniliğin tek rasyonel nedeni vardır o da üretim merkezinin aynı olması. batı dünyası ve düşüncesi içerisinde modernleşmenin kendince tutarlı ve belki gerekli bir tarafı bulunurken, onlara ait olmayan genelde doğu halkı özelde ise Müslümanların bu hikayeye gönüllü aktör olmaları bugün onları böylesi bir mukallitliğe sürüklemiştir. Mukallit olmak asla uzak oluş gerçeğinin hal'e yansımasıdır. Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak için sürekli uygarlık enjekte eden zorba yönetimlerden, kendi köklerinden habersiz, hurafelerden müteşekkil bir malumat yığınını din telakki eden ve fıtrata muğayyir işler peşinde koşmayı kendisine iş edinmiş çağımız insanının varacağı başka bir menzil olması beklenmemelidir. Dolayısı ile modernizim ve Müslümanlar olgusunu beraber telaffuz ettiğimizde kadrajımıza girecek görüntünün bütünselliğine oldukça dikkat etmemiz gerekir. İnandığımız ve hayatımızın merkezine koyduklarımızın hüviyetini sorgulamadıkça ne ferd olarak ne de ümmet olarak ihya olma şansımız pek olmayacaktır. Tüketim kültüründen kitle iletişim araçlarının dönüştürücü tehlikesine, ailede yaşanan çözülmeden toplumsal anlamda baş gösteren dünyevileşmeye ve siyasette gittikçe belirginleşen omurgasızlığa kadar sorun olarak gördüğümüz tüm hususlar birbirleri ile irtibatlıdırlar. Modernizm bugün artık batıya ait bir şey olmanın çok ötesindedir. Daha önemlisi de Müslümanların geldikleri nokta sadece modernizim ile açıklanabilecek kadar masum değildir. Vahye olan uzaklığımız dünyaya yakınlığımızdaki çarpıklığın ana nedenidir. Allaha hamdolsun inandığı gibi yaşama azmi içerisinde Müslümanlar hep olageldiler.28 Şubatta tüm sermayesi bir vitrin olmayan ve dolayısı ile atılan taştan yıkılmayanlar vardı. Bunlar aynı zamanda bedel ödeyen kişilerdir. Dün yaşanan hukuksuzluğa hakkın rızasını referans alarak direnenler bugün ne oluyoruz sorusunu hakkınca sorabiliyorlar. Onun dışında kalanlar maalesef ki ne oluyoruz sorusunu sorma hakkına bile sahip değiller artık. Dolayısı ile eğer sorun olarak bir şey görme yetimiz diri ise bunun tedavisinde evvelemirde yapmamız gereken sorumluklarımızı kuşanmak olmalıdır. müslümanın, adına modernizim denilen emperyal müdahalelerin, toplumsal çözülmelerin ve ahlaki yitimlerin her tarafı ihata ettiği bir zamanda savrulmadan ayakta kalıp imtihanını ifa etmesinin tek yolu onun hakikat ile olan ilişkisinden anlaşılabilir. Dâhili ve fiziki her türlü saldırıdan korunmak ve korumak için bu kıstaslar bizim olmazsa olmazımızdır.

Sönmezin ardından söz alan Hülya Şekerci ise modernizm olgusunun batıda ki karşılığı ile Müslümanlardakinin yapısal anlamda birbirinden farklılaştıkları, konunun batı üretimi olan bir kavram ev onun Müslümanlara bulaşan kötü bir leke olmaktan ziyade bahse konu edilen aktörün kendi değerlerine yabancılaşmasının bir sonucu olarak okunması gerektiğine dikkatleri çekerek şunları ifade etti;

Modernizmin Müslümanların dünyasında meydana getirdiği etkiyi somut değişim ve dönüşümler çerçevesinde ele almanın bizler için daha tanıtıcı ve çözüme yönelik üretimler oluşturmamızda daha fazla yarar sağlayacağını düşünüyorum. Aslına bakılırsa modernizm kavramının işlevselliği bakımından bizim literatürümüzde bulduğu karşılık ortalama olarak dünyevileşme olarak ifade edilebilir. Evet tarihsel süreci ve felsefi arka planını göz önüne alındığında batı skolastik düşüncesine karşı verilmiş rasyonel bir tepki hareketi ve onun kendi içerisinden çıkardığı bir takım çok yönlü ilişkiler ağı olarak yorumlamak mümkünse de modernizmin Müslümanlar ile ilişkisini konuştuğumuzda bunun daha çok kötü bir taklitçilik eşliğinde geliştiğini söylemek daha gerçekçi olur. Bu taklid halinin meydana gelme nedeni ise ne batının kendi bütünselliği çerçevesinde orta çağdan bu yana ürettiği etki-tepki hareketleri ne de değer yargılarından sadır olan bir değişim halidir. Sözün burasında kestirmeden söyleyebileceğimiz söz belki Müslüman olduklarını iddia edenlerin tahkiki olandan uzaklaşmaları sonucunda zorunlu olarak uğramak zorunda kaldıkları bir durak olarak taklitçilik demek daha açıklayıcı olur kanaatindeyim. Modernizmin üretim ve pazarlama alanı olarak batı'yı, onu talep ve taklid edeninde doğu toplumları şeklinde kategorize ettiğimizde yaşanan etkileşimin boyutlarını daha gerçekçi olarak fark etmemiz mümkün olabilir. Ancak Müslüman halkların böylesi bir kategoride yer edinme nedenlerinin ilk elden suçlusu olarak abtıyı ve onun üretimi olan araç/düşünce/yaşam tarzı/vd göstermek işin kolayına kaçmak olur. Müslüman toplumlarında meydana gelen olumsuz değişimin nedeni ilk elden onların kendi değerlerine yabancılaşmaktan kaynaklandığını söylememiz gerekir. Zira gerek yakın tarih içerisinde gerekse de Kuran bizlere sunduğu tarihsel kesit içerisinde yaşanan toplumsal etkileşim ve değişimlere baktığımızda hep aynı nedeni görmekteyiz. Resulullah’ın ahrete irtihalinden hemen sonra meydana gelen ve adına İslam tarihi dediğimiz süreçte yaşananlarda bu benzerlik içerisindedir. Dolayısı ile bozulmanın ve ifsadın tarihinde gördüğümüz hakikat; fıtratın aksine ve ilahi rızaya rağmen gerçekleştirilen amellerin yaygınlaşması ve bunun bir yaşayış tarzına getirilmiş olduğudur. bu bağlamda soruyu doğru bir düzlemde sormak bulacağımız cevabında yanlışlığını ortadan kaldıracaktır. Eğer bugün Müslümanlar neden bu haldeler neden böylesine bir kimlik erozyonu yaşamaktalar ve ifsadın diz boyu olduğu bir ortamda neden ıslahın esamesi okunamıyor dediğimizde cevap olarak batıyı ve batıl düşüncelerin sahiplerini işaret etmek çalının etrafını dolanmaktan başka bir şey olmayacaktır. Dolayısı ile Müslümanlar olarak gündemleştirdiğimiz konuların bizim için hayra neden olmasını istiyorsak ilk olarak zülf-i yâre dokunmamız icap edecektir. modernizim veyahut bütün boyutları ile dünyaya ait olana ram olma, teslim olma hali oldukça etraflı bir konu. Ancak biz belirlediğimiz kıstaslar çerçevesinde bizimle yakın alakası olması hasebi ile belli başlı bir takım noktalara temas edebiliriz. Nedir bugün bizi fıtri ve vahyi olandan alıkoyan diye sorduğumuzda düşünce alanı, araçlar ile münasebetimiz ve bütün olarak dünyada bulunmaklık algımızda ki problemlerdir diyebiliriz. Elbette bu ana başlıkların hiç birisi birbirinden bağımsız değiller ve biri yekdiğerini doğurup beslemektedir. Örneğin düşünce kategorisinde nedir dünyevileştiren şey dediğimizde ilk akla gelen şey dünyayı yorumlarken kendimize mikyas olarak neyi seçtiğimiz veyahut muhayyilemizde hangi mananın karşılık bulduğudur. Başta söylediğim gibi Müslüman toplumların olumsuz anlamda değişim hikâyelerinin ana kurgusu onların değerlerine yabancılaşmasından kaynaklanıyor. modernitenin kurşun askeri olan bir Müslüman ın dünyayı algılayış biçimi ile onu yaratanın kendisine emr ettiği ve yaşamlaştırmasını istediği algı aynı değildir. İnsan üretimi bilgi ve heva hevesin husule getirdiği bir geleneği din diye telakki eden kişinin bugünün dünyasında elde edeceği anlam, dünyevileşmeye yahut modernizme hizmet etmekten başka bir şeye yarayamaz. Anlam arayışı kaçınılmazdır ve bunun fıtri ve vahyi olanın dışında yapıldığında farklı bir form ve kültür zemininde yapılıyor olsa da dünyevileşmeye kapı aralaması kaçınılmaz bir sonuçtur. Yine düşünsel olana çok benzer bir örneği araçlar ile ilişki çerçevesinde vermemizde mümkündür. yaratılış sebebine uygun bir teslim oluş ve onun gereği olan bir yaşama biçiminin uygulayıcısı olarak Müslüman ı almıyorsanız, insan üretimi olan eşya ile münasebetinden İslami bir şey beklemeniz söz konusu olamaz. Bugün kitle iletişim araçları, teknoloji, mülk ve diğerlerine kadar hemen her eşya ile münasebetteki çarpıklığın ve adaletsizliğin temel kaynağı bundan dolayıdır. Bu bağlamda denilebilir ki siyasi-sosyal-kültürel-ekonomik hemen tüm yönleri ile modernleşme ya da dünyevileşme aynı zamanda bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma ise söylemeye çalıştığımız gibi kendine veyahut öz'e ait olanı bilmeklikten uzaklaşmanın kendisidir. hal böyle iken Müslüman ın yaşanan bunca yozlaşma ve ifsada karşı korunması için öncelikli olarak yapması gerekenler nelerdir diye düşünmemiz gerekir. ne yapmalı sorusuna cevaben ilk olarak söylenecek şey vakıa tespitin yapılması olabilir. Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız zaman ve zeminin hangi sacayakları üzerine bina edildiğini ve bizim burada kapladığımız yerin gerek nicelik gerekse nitelik anlamda neye denk geldiğini sorgulamak ve anlamak ile başlanabilir. Bugün kullanılan araçlar ve onlar çerçevesinde geliştirilen ilişkinin İslamileştirilmesinden önce İslamın kendisinin yeniden yine kendi öz anlamı ile tanınmasına daha çok ihtiyaç vardır. Dine sonradan dahil edilmiş bir çok insan üretimi katkıların arındırılması yolu ile gerçekleştireceğimiz bir ıslah girişimi bizlerin öncelikli görevidir. Vahiy ile kurulabilen sağlıklı bir ilişki bizim kadını, aileyi, haya ve iffeti, toplumu, siyaseti, eşyayı ve düşünceyi daha doğru anlamamıza da bir sebeb olacaktır. İnsanın hayatına anlam katmasında olmazsa olmaz bir yeri olan bu kıstaslar istişari bir ortam ve birliktelik ile korunabilir ve yaşatılabilirse işte o zaman dışarıdan bize gelebilecek bir saldırıyı önleme gücümüz olabilir. Vahyi doğru okuma çabasına girişir ve samimiyet ile onu hayatımıza intika ettirdiğimizde ancak haya ve iffeti anlayabiliriz. o zaman takva elbisesinin kuşanmanın ne demek olduğunu fark edebiliriz ve bunun cinsiyetlerin üstünde bir değer yargısı olduğu bilincine erişebiliriz. Yine vahyi hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde, adına kitle ile iletişime geçmek dedikleri araçların sürüyü uyutan zehirli bir nağme olduğunu, ve ona karşı uyanık nasıl kalabiliriz ancak görürüz. Yine rabbimizin murad ettiği bir istikamet üzere yürümeye azm ettiğimizde ferdin, ailenin ve toplumun geçirdiği cinnet halinin hangi sebeblerden ürediğini ancak anlayaibliriz. Dolayısı ile modernizm ve müslümanlar gibi bir konuyu konuşuyorsak eğer meydana gelen etkileşimin nedenleri hususunda müracaat edeceğimiz yanıltıcı ilk merci olarak "öteki" değil, uyandırıcı ve sahici bir merci olarak" biz" olmalıdır. Modernizm kavramı çerçevesinde dile getirilen hususların daha ardıl özelliklere sahip olduğu kanaatindeyim.

Panel katılımcılardan gelen katkı ve sorulara verilen cevapların ardından sona erdirildi.

Haksöz-Haber / Abdurrahman YILDIRIM

bursa_20130119-01.jpg

bursa_20130119-02.jpg

bursa_20130119-03.jpg

 

Önceki ve Sonraki Haberler