Bartın’da “Milli Dindarlıktan Yeni Atatürkçülüğe” konusu işlendi

Bartın’da “Milli Dindarlıktan Yeni Atatürkçülüğe” konusu işlendi

Hamza Türkmen, Bartın Özgür-Der’de “Milli Dindarlıktan Yeni Atatürkçülüğe” başlıklı reel siyaset içindeki dindarların inhirafı; yeni çözülme veya uzlaşmacı tavırları üzerinde durduğu bir seminer verdi.

Hamza Türkmen, Yeni Türkiye’nin kuruluşuna adım atıldığı 23 Nisan 1920’te I. Meclis’in açılışında bütün fikri ve siyasi akımların inanarak ya da takiyye yaparak o dönemde Müslümanlara ait olan Osmanlı devletinin, vatanın veya daru’l İslam’ın ve Halifeliğin kurtarılması ve bağımsızlığı için mücadele edileceğini belirterek işe başladıklarını belirtti. Mehmet Akif’in  I. Meclis’te Kurtuluş Savaşı için orduya yazdığı ve 1921’de kabul edilen “İstiklal Marşı” da açıkça bu amaç doğrultusunda kaleme alınmıştı.

Ancak Kurtuluş Savaşı hedefi içinde I. Meclis’teki asıl niyetlerini gizleyen ve yeni bir ‘Türk ulusu’ inşa etmeyi tasarlayan 1. Grup yöneticileri, Meclis çalışmalarını manipüle edecek ve gizli toplantılarla Meclis gündemini yönlendiren daha sonra isminin “Selamet-i Umumiye Komitesi” olduğu öğrenilen Meclis içindeki 35 kişi ile oluşturulan bir çete ile de inisiyatif alınmıştır. 1933’te Lozan Anlaşması dayatmasını kabul etmeyeceği anlaşılan I. Meclis bu çetenin rol almasıyla fesh edilerek Lozan şartlarını kabul edecek II. Meclis kurulmuştur. Bu olay üzerine de Mehmet Akif ve Sebilürreşad  heyeti Ankara’yı terk edip, İstanbul’da Sebilürreşad mecmuasıyla muhtemel Batılılaşma sürecine ve Türk inkılaplarına karşı önlemeye matuf eleştirel ve uyarıcı yayın yapmaya çabaladılar. Ancak 1925’te Meclis çoğunluğunu bile sağlamadan yapılan (ki II. Meclis’in mebus sayısı 287 idi) bir oylamayla 20 ret oyuna karşı 122 kabul oyu ile Takrir-i Sükun kanunu çıkartıldı ve Sebilürreşad ile birlikte bütün muhalif yayınlar kapatıldı. Peşinden Türk devrimleri sökün etti.

Yeni oluşturulan Türk ulusunun banisi ve atası olarak kabul edilen Kemal Atatürk’ün görüşleri ve Türkçü-Batıcı kadroyla gerçekleştirdiği devrimleri onun hayatının son döneminden itibaren Kemalizm olarak tanımlanmıştır. Kemalizm, ulusçu bir sekülerleşme projesidir. Kıyıcı bir ideolojidir. Bu konuda ilk eseri de 1883 tarihinde Selanik’te Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan, İttihad-ı Terakki aktivisti Moiz Kohen -sonradan aldığı isimle Tekin Alp-, 1936 yılında “Kemalizm” adıyla yayınlamıştır.  Kemalizm, Atatürk’ün öncülüğünde yapılan devrimleri savunma ve tahkim etme ideolojisidir. O, Osmanlı bakiyesi ümmet yapımızı yani Anasır-ı İslam’ı, ırk temelli pozitivist ve ilerlemeci bir anlayışla yeni bir ulusa yani nationa dönüştürme amaçlı bir Batılılaşma ideolojisidir.

Daha sonraları ise Kemalizm, siyasi olarak sol veya sağ kategoriler ya da farklı perspektifler içinde ele alınmış ve farklı biçimlerde yorumlanmıştır. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinden sonra 1961 Anayasası sol Kemalizmi, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden sonra 1982 Anayasası sağ Kemalizmi öne çıkartan siyasi vesayet rejimleri oluşturmuşlardır. 1960 Askeri darbesi öncesinde de sonrasında da Kemalist ideolojinin seküler temelli Türk ulusunu ve Batılı değerleri ikame etmeye çalışan operasyonlarının şiarı “Ümmetten bir millet yarattık!” ifadesi olmuştur. Kur’anî bir kavram olan “millet” ifadesinin yerine daha sonradan “ulus” kavramı icat edilip kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa kaynaklı “nation” kavramı yerine kullanılan “ulus” kelimesi de, galat-ı meşhur olarak kullanılan “millet” kelimesi de aynı anlamlara gelmekle birlikte sol ve liberal Kemalist kesimler daha ziyade “ulus” kelimesini, sağ ve muhafazakâr kesim de genellikle “millet” kelimesini tercih etmektedir.

Hamza Türkmen daha sonra işlediği konuyu özetle söyle takdim etti:

20 yıla ulaşan iktidarı döneminde Ak Parti elitleri ve liderleri Recep Tayyip Erdoğan, iç ve dış vesayeti aşma ve “millet bütünlüğü” gündemi içinde ilkokullardan itibaren Atatürk’ü ve misyonunu kutsama işlevi gören “Ant Törenleri”ni kaldırmasına rağmen, 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra rejimin “sağlam güçleri”ni Atatürk’ün “bağımsızlıkçı” görülen yanına ve “dine hürmetkâr” olduğu ilk dönemlerine atıfta bulunarak yeni ve güvenlikçi bir devlet tanımına gitti. Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kemalizmin “yurtta sulh cihanda sulh” politikasına dayanan bağımlı ve statükocu devlet anlayışına karşı; “yerlilik ve millilik” adına, “dış bağımsızlığı” ve en azından “bölgesel güç” olmayı destekleyecek bir Atatürk imgesini yeniden oluşturarak yeni bir devlet misyonu gerçekleştirmeye veya yeni devlet tanımına yöneldi.

Sonuçta “ehven-i şer stratejisi” ile yapılan ve Atatürk’ü de muhafazakâr-milliyetçi yorumla değerlendiren “Yeni Devlet” tanımı; askeriyeyle, Hariciye kadrolarıyla, istihbarat birimleriyle, harp sanayii müteşebbisleriyle yapılan bir anlaşma zemininin kurulduğunu gösteriyor. Suriye, Libya, Karabağ, Kuzey Irak operasyonlarının devletin sağlam güçleri tarafından destek alması da bunun göstergesi. Birbirine yaklaştırılan iki tutum: Postmodern bir dindarlık ve postmodern Atatürkçülük. Tüm ontolojik ve bilgi kaynağı farklılıklarına rağmen İslam ile demokrasiyi bağdaştırma eklektisizmi gibi bir hal.

Ancak Kemalizm kendini ‘kullanan’ her eğilimi kuşatan ve böylece kendini takviye eden bir ‘yabancılaşma’ sürecidir. Hangi tanımı getirirseniz getirin bütün Atatürkçüler Türk ulusçuluğunu savunmak ve vahiy temelli bir dünya görüşü iddiasındaki İslamcılığın karşısında olmak veya böyle bir algıdan uzaklaşmak durumundadırlar. Ayrıca Kemalizm sürecinin pozitivizmden beslendiği unutulmamalıdır.

Ak Parti ile belirginleşen böyle bir eğilim, halkı Müslüman olan Türkiye’yi güçlendirme hedefini gütse de, Parti’nin muhafazakâr kimliğini üstlenen dindar kitlelerin İslami bütünlükten daha fazla uzaklaşmasına da yol açmaktadır. İktidara gelenler, hangi kimliksel eğilim içinde olursa olsunlar, T.C. Anayasası’nın vazgeçilmez ilk 5 maddesi sistem içinde rol alan bütün kimlikleri biçimlendirmeye devam etmektedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 10 Kasım 2021 Atatürk’ü Anma Töreni’nde yaptığı konuşmada, devlet yönetimi adına Atatürk mirasına sahip çıkıldığını ilan etti.   Muhafazakâr AK Parti lider kadrosunun önemli bölümünün “ilerlemeci” akaide karşı oldukları halde ulusçuluk, batılılaşma ve ilerleme felsefesinin ideallerinden ayrı düşünülemeyecek olan Yeni Atatürk imajını oluşturmaya çalışmaları, Milli Şef İnönü diktatörlüğüne karşı 1945’ten sonra bazı dindarların Mustafa Kemal Atatürk’e sığınarak yol alma acziyetini ve çözümsüzlüğünü hatırlatmaktadır.

Kemalist ideolojiden kaçınan dindarların veya muhafazakârların her yeni Atatürk tanımlaması, fıtri ve İslami özgünlüğü yakalayamamışlıktan, kendi aralarında fikri ve idari alanlarda şûrâ işleyişini kurumlaştıramamışlıktan kaynaklanan bir acziyeti ifade etmektedir. Ayrıca bu acziyet, kimliksel varlıklarını meşrulaştırmak için gündemde olan güce veya akıma tutunma çaresizliğini ifade eder. Bu bağlamda dindar kesimin oylarını alarak iktidar olan DP yönetimi 1952 yılında çıkarttığı 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma ve Kollama Kanunu” ile de kurucu kabul edilen ve son olarak kaydettirdiği Nüfus Cüzdanındaki ismiyle “Kamal Atatürk”ü, bir kült haline getirmiştir.

“Demokrasi, yönetimin değişmesine imkân veren bir yöntemdir” denilse de, Kemalist rejimin veya resmi ideolojinin Türkiye’de oluşturduğu zemin ya da sistem, yeni yöneticileri kendine uyduran raylar üzerine döşenmişti. Bu nedenle Kemalizme itirazda bulunan sağ yelpaze veya muhafazakâr kesim, döşenen raylar üzerinde durmak ve istediği yöne hareket edebilmek için Atatürk’ü yeniden tanımlamaya çalışıyor. Artık Kemalizm yerine şekil verilecek bir hamur gibi Atatürk ve Atatürkçülük öne çıkartılıyor. Atatürkçülük güçlünün elinde bir oyun hamuru gibi; ama hamurun özü sekülerleşmeyi ve uluslaşmayı güçlendiriyor. Atatürkçülük hamuru, kendini yoğuranları giderek kendi özüne çekiyor.

AK Parti’nin muhafazakâr Atatürkçülüğü Silahlı Kuvvetlere, , istihbarat birimlerine, Hariciyeye, harp sanayii bileşenlerine yeni hedefler gösterirken; arkaik tasavvurlara sahip MHP ve Vatan Partisi’nin Kemalistlerini de yanına çekiyor. Bu kurgu ve Atatürkçülüğün özü etkinlik sağlıyor ki 1400 yıllık “millet” tarihinden bahseden Erdoğan bile artık 2200 yıllık Türk ordusu tarihinin kurgusallığını gündemleştirebiliyor.

Son dönem Atatürkçüleri, çağdaş medeniyetin ulaştığı formlara göre kendilerini yenilediklerini iddia ediyorlar. Turgut Özal’ın liberal reformları da bu şemsiye altında yapılmaya çalışıldı. ABD’nin sahip çıktığı 12 Eylül 1980 Darbesinin sağ Kemalizmi savunan aktörleri ile uyumunu göstermek için yasaklı olan “Fethullah Gülen Hocaefendi”, “Atatürk’ün 100.üncü doğum yıldönümünde 100 tane yurt açacağım söylemi 1981 yılı itibariyle 100 yurt açarak darbeci generallere ve Atatürk’ün manevi hatırasına armağan etmişti.

2002’de iktidara gelen çevreci, halka, fikir ve inanç özgürlüğüne alan açmaya çalışan AK Parti yönetimi ve ekipleri, merkezde edindikleri yeri koruyabilmek için “devlet” olduklarını vurgulamaya başladılar. Atatürk’e yeniden anlam veren, dindarlık ile Atatürkçülüğü sentezleyerek oluşturulan Yeni Devlet imajı için Ak Parti dindar-Müslüman kesime ise “Türkiye’nin şartları” tekerlemesiyle veya “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” taktiğini kullandığı imalarıyla yön çizmeye çalıştı. Atatürk hem kullanılan bir meta, hem sığınılan bir kültür!

Türkiye’yi 28 Şubat’ın yasaklarından ve tek parti rejiminin devam eden arızalarından, işkencelerden, inanç ve düşünce yasaklarından, vesayetten kurtarma amacıyla “çevre”nin sesi olmak, “merkez”deki devleti küçültmek, yasaları hukukileştirmek amacıyla iktidar olup önemli başarılar da sağlayan; dış politikalarında ezilen halklar ve Müslümanlar lehinde tavır sergileyen hatta onların küresel siyasette ümitleri haline gelen Sayın Erdoğan ve mücadele çizgisi, özgünlüğünü özneleştirip modelleştiremediği için maalesef ki reel-politikanın pragmatik dehlizlerinden kurtulamıyor.   Erdoğan’ın son dönemde kullandığı “Muhafazakar Devrimcilik” deyimi AK Parti Hareketinin kimliksel bunalımını aşma teşebbüsü olarak görülebilir. Ama bu süreçte özde Batıcı, ilerlemeci, pozitivist Atatürk misyonunun taşıyanlarıyla vesayetten kurtulmak için kurduğu irtibatlar ile “Müslümanlara mı takiyye yapıyor yoksa Kemalistlere mi veya dünya istikbârına mı takiyye yapıyor?” sorusu kolayca cevaplanamayacak hale geldi. Direnişin bayrağı olan başörtülülerin Anıtkabir ziyaretlerinde başörtüleriyle tazimde bulunmaları ve bunun bir nevi ibâdî bir form olarak görünürlük kazanması, fiili karşıtı ile barışmak isteyen post-İslamcılık gibi, dindarlığın dün devletçili ile kirlenmesi gibi şimdi de “seküler kültler” ile kirlenmesini ifade ediyor.

“Sizin dininiz size benim dinim bana” ilahi hükmü her Müslümanın akaidini belirleyen ‘hak’ bir ölçüdür!

Konuşmacı Türkmen sunumunu şu vurguları yaparak bitirdi: Ötekilerin sahnesinde Yusuf (as) gibi müdâhane yapmadan, ilkelerimizi örtmeden ve İslami kimliğini gizlemeden alan açma teşebbüsü önemlidir. Ama asıl olan tüm Resullerin Sünneti’nde gördüğümüz gibi önceliğimiz iktidar olmak değil, Rabbimizin razı olacağı, hak ve adalete şahidlik yapacak, sözünü güzel bir şekilde gündeme sokabilecek bir ümmet nüvesi ve sürekliliği oluşturacak şüheda nesli olabilmektir. Modernitenin kuşatmasına karşı sağlıklı ve tutarlı temeli ve tabanı oluşmamış hareketlerin, güç veya iktidar hamlelerinin zaaflardan kurtulamayacaktır ve geçici oldukları unutulmamalıdır. Tabii ki Ak Parti’nin kuruluş ve mücadele tasarımında baskılara, işkencelere, vesayete karşı olan; inanç ve fikir özgürlüğünü savunan tezleri oldukça önemliydi. Ama Erdoğan da AK Parti öncüleri de bu hedefleri taşıyacağına, özgün ve bağımsız kimliği besleyeceğine ve sosyal örneklik çabalarının önünü açacağına, birçok İslami oluşum ve cemaati kendi kurgusal ve özgünlükten uzak eklektik kimlik çizgisine katmaya çalıştı. Şüphesiz bu milli dindarlık yaralarını yeniden azdıran kimliksel eklemlenme suçunun ağırlıklı bölümü eklemlenenlerin sırtındadır.

11fec22d-fda8-43d1-8c34-c0868f2dc960.jpg

d59061f1-fa45-4cf1-bef4-b33dea8bc766.jpg

 

Önceki ve Sonraki Haberler