“İlk Dönem Vahiy Algısı ve Tertil Okumaları”

“İlk Dönem Vahiy Algısı ve Tertil Okumaları”

Bartın Özgür-Der Temsilciliği'nin bu haftaki seminer programında “İlk Dönem Vahiy Algısı ve Tertil Okumalarına Giriş” konusu işlendi. Programı Nihat Yalçın sundu.

Nihat Yalçın sunumunda şu değinilerde bulundu:

‘Kuran’ı anlamak peygamberi sünneti hayata geçirmek demektir. Çünkü Peygamberimiz 23 yıl boyunca Kuran’ı anlayıp yaşamaya çalışmış ve insanlara bunu anlatmaya çaba göstermiştir. Biz peygamberi bir misyonu nasıl sürdürülebiliriz? Bu ancak Kuran merkezli bir hayat yaşama arzusu ve çabası ile mümkün olabilir.

“Kuran bizim neyimiz olur? Hayatımızdaki yeri nedir? Kitap neden geldi? Bizim kitapla irtibatımız nasıl olacak?” sorularına doğru cevaplar verirsek Kuran’la iletişimimiz doğru bir zemine oturur.

“İnkâr edenler, Kuran bir defada toptan indirilseydi ya! dediler. Biz, Kuran’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle tertil üzere indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan Suresi  25/32) Tertil üzere okumak eyleminin “Ey iman edenler! Siz niçin yapmayacağınız şeyleri başkalarına söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında fevkalade ağır bir sorumluluk gerektirir.” (Saf Suresi 61/2-3) ayetleri ve “Siz insanlara hep iyiliği emrediyor kendinizi unutuyorsunuz. Üstelik kitabı da okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” (Bakara suresi 2/44) ayeti çerçevesinde öncelikle başkalarına anlatmak için değil kendimizi inşa etmek için yapılması gerekir.

Ayrıca Kuran okumak demek Kuran’ı hayata okumak demektir. Kuran okumak demek Kuran’ı hayata taşımak demektir. Hayata okunmayan ve hayata taşınmayan Kuran yeterli şekilde okunmuş sayılmaz. Onun için Kuran okumayla alakalı kavramları yakinen bilmek durumundayız. Peki, nasıl okunacak bu kitap? Kitapla iletişimimizi sağlayacak okuma biçimimiz nasıl gerçekleşecektir?

Vahyin ilk emri ikra-okudur. Cebrail(as.) Hira mağarasında Peygambere oku derken elinde okuyacağı metin yoktu. Peki, neyi okuyacaktı? Mekke’nin şirkinden, zulmünden ve ahlaksızlığından bunalan ve tefekkür etmek için uzlete çekilen Peygamber(a.s) toplumu okuması ve uyarması gerektiği ifade ediliyor.

Okumayla alakalı kavramlardan bir tanesi de tilavettir. Tilavetin üç temel anlamı vardır;

1-Tekrarlamak, aktarmak, öğretmek (Enam suresi 151. ayet)

2-Gündem yapmak, gündemi oluşturmak(Yunus suresi 71.ayet) Bir insan Kuran tilavet ediyorsa gündemini Kuranlaştırıyor demektir.

3-İzini sürmek, peşinden gitmek, takip etmek demektir. Tilavetin asıl anlamı budur.(Hud suresi 17.ayet-Şems suresi 2.ayet)

Tilavet etmek demek ışığını nerden alacağını bilmek demektir. Bir müslümanın Kuran’ı tilavet etmesi demek ışığını Kuran’dan alıyor olması demektir. Eğer ışığını Kuran’dan almıyorsa onun yaptığına tilavet denmez.

Ne yazık ki, Müslümanların Kuran’la irtibatı kelimelerinden ibarettir. Neden okuduğunun farkına varmadan sevap kazanmak için okuyor. Tarihi süreç içerisinden Kuran’ın şöyle tanımı olmuştur; Kuran tilavetiyle ibadet edilen bir kitaptır. Yani Kuran sevap kazanmak için okunan ve sevap kazanma makinesine dönüştürülen bir kitaptır. Ne kadar hızlı okunursa o kadar sevap kazanılan bir kitap halini almıştır. Oysa bir insan bir metni ne kadar hızlı okuyorsa o metni o kadar anlamıyor demektir.

Kitabı ölüler kitabına dönüştürdük. Evet, kitap ölüler kitabıdır. Ama yatan ölülere değil gezen ölülere hitaptır. Gezen ölüleri diriltsin diye gönderilmiştir Kuran’ı Kerim. Kuran’ı mezarlık kitabına dönüştürmek kitabı hiç tanımamak demektir. (Yasin suresi 69-70 Ayet) Ayrıca Kuran bizim evlerimizde ölümcül hastalar olduğunda gündemimize geliyor. Çünkü rahat bir şekilde ölmesi arzulandığından okunuyor. Ancak Enfal suresi 50. ayet ve Enam suresi 93. ayet çerçevesinde Kuran’dan uzak yaşayanların çok çetin bir ölümle karşılaşacağını öğreniyoruz.

Bizim meselemiz Kuran’ı hayat kitabı yapmaktır. Kuran’ı hayata okumaktır. Kuran’ı hayata taşımaktır. Kur'an'la irtibatımız, hayatında Kuran’a yer vermeyenleri giderayak kurtarmaya dönük, ölüleri kurtarmaya dönük bir çabaya dönüşmemelidir.

Okumayla alakalı kavramlardan diğeri de vahyin muhataplardan istediği kıraattır. Kıraat nedir? Kıraat, Kuran’ın ilk emrini Allah’la kâinat arasındaki ilişkiyi kuracak bir düşünce eyleminde bulunmak demektir. Kıraat, aklın okumasıdır. Düşüncenin okumasıdır. Aklın devreye girmesidir. Muhakemenin devreye girmesidir. Yani kıraat yaratılana bakarak yaratanı bulma eyleminde bulunmak demektir. Mahlûka bakarak Halıka ulaşma eylemidir. Kıraat, kâinat kitabından Allah’a ulaşma yolunu başarıyla geçebilmek demektir.

Okumayla alakalı kavramların en önemlisi de tertil kavramıdır. Tertil, yavaş yavaş, ağır ağır, tane tane hatta hissede hisse de, özümseyerek ve Kur'an’ı Kur'anlaşarak okumak demektir. Tertil, Kuran’ın hayata bak dediği yerden bakabilecek şekilde onu yüreğinden, gönlünden okumak demektir. (Müzzemmil suresi 1-8 Ayet)

Müzzemmil suresiyle muhatabın geceye hâkim olması, herkes yatarken kişinin ayakta olarak herkesten farklı olması istenir ve idealleri olanların geceyi diriltikleri, çünkü gündüz kendilerine yetecek kadar meşgalelerinin olduğu anlatılır. Ayrıca gecenin etkileyiciliği ve insanı inşa edici yapısı daha iyidir. Dolayısıyla uykuya yenik düşmememiz gerekir.

Ayrıca gecesini vahyin aydınlığından istifade ile geçirenler gündüz inkâr ve haram karanlıklarından kurtulurlar. Gece vahyin aydınlığından yararlanacağız ki gündüz meşgalemiz ibadet ve tesbihe dönüşsün.

Muhatabımızı kendine gelmeye yani fıtratına dönmeye davet etmeliyiz. Kuran bir müslümanın hayatını her türlü günaha karşı güncelleyen kitaptır. Hesaba çekileceğimiz kitaba karşı sorumlu davranmamız gerekir.

“Sahabenin nasıl bir Kuran algısı vardı ?” veya “1400 yıl önce Kuran’ın ilk muhatapları bunu nasıl algılıyordu ?” sorularını kendimize sormalıyız. Bugün etrafımıza baktığımızda Kuran merkezli olduğunu iddia eden çok farklı Kuran okumaları geliştirilmiştir. Bu Kuran okumaları domino taşı gibi zincirleme olarak hayatımızı, amellerimizi ve ahiretimizi etkileyen bir durumdur. Dolayısıyla Kuran’ı doğru anlamak için sağlıklı bir usule ve sağlıklı bir anlam çerçevesine ihtiyacımız var. Kuran merkezli İslam anlayışları dendiğinde çok farklı anlayışlarla karşılaşabiliriz. Örneğin: Tarihselci bir Kuran okumaları yapan, mealci bir kuran anlayışına sahip olanlar, şii okumalar veyahut selefi tarzda bir Kuran okumaların hepsinde merkezinde Kuran olduğunu fakat Kuran okumalarında veya Kuran’ı anlayışlarında farklılaşma olduğu için vitrinde aynı söylemler varken alta indikçe bambaşka yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Bu yüzden bizim asla dönmemiz gerekir. Yani öze dönerek Allah Resulünün ve sahabe döneminde Kuran’ın nasıl anlaşıldığına bakmalıyız. Bu dönemki Kuran anlayışının en doğru anlayış olduğu ortadadır. Sahabe Kuran’ı okuduğunda uygulamaya yönelik salih amele yöneliyorlardı. Bu yüzden Peygamber bir ayetle geldiğinde bu ayetin üzerinde hesaplama yapmayan, gaybi bilgiler aramayan, mucizeleri akılsallaştırıp Kuran’ı salt bir akıl ve mantık çerçevesine sokan, semboller arayan yada onu güzel sesli okumaya çalışıp manasının ne olduğundan çok; nasıl okuruz diyen bir sahabe nesli yoktu. Aksine Peygamber bir ayetle geldiğinde dinliyorlar, ardından hıfz ediyorlar ve onu hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Doğrudan Kuran ayetleri ilk muhattaplarında salih amele yönlendirici bir etki yapıyordu.

Hicri 150- 200 yıllarda sıcağı sıcağına vahyin ortamında bulunmayan insanlar vahyi kendi dönemlerine adapte etmeye çalıştılar. Bunun sonucunda iyi niyetle veya kötü niyetle bir hareket bir ekol oluşturmuşlardır. Zındık hareketi Abbasiler döneminde ortaya çıkmıştır. Yer altı faaliyetleri yaparak İslamı zehirleme faaliyetlerinde bulunmuştur. Yada iyi niyetli Farisiler, Kürtler ve Türkmenler gibi topluluklar İslama girerken tam bir teslimiyetle girmeyip eski inanışlarını İslama taşıyorlar. Geçmişte sahip oldukları kültürü de yaşatmaya çalışma çabalarında bulunuluyor. Bu da vahiyle şekillenmek yerine kendi düşünce dünyamızla şekillenmemize sebep oluyor. Bu dönem Kuran algısını, Kuran’ı hayata geçirme algısını etkileyen bir dönemdir. Bu dönemde insanlar yavaş yavaş Grek felsefesi, Pers mitolojisi, Şamanizm, Hristiyanlık gibi kültürlerin etkisinde kalıyordu. Bu da Kuran’ı tertil üzere okunmanın terkedilmesine sebep olmuş ve Kuran’ın kulağa hoş gelen bir şekilde okunmasına, şekilciliğe kaymasına neden olmuştur. Başka bir anlayış ise insanlar Kuran’ı mezarlıkta okumaya başladı. Kuran’ın sahabe dönemindeki hayata müdahale eden, insanı dirilten mesajlarına rağmen mezarlıkta ölüler için okunmaya başlamıştır.

Bir başka anlayış yanlışlığı ise mecazi anlamların ucu açılarak batini yorumlamalara gidilmiştir. Bunlar zorlama yorumlardır. İmam Gazali’nin Cevahir'ul Kur'an eserinde şöyle bahsediliyor. Kuran’ın 33 anlamı vardır. Bu 33 anlamında 333 tane kapısı vardır. Bu 333 tane kapının 3333 penceresi vardır. Bu yüzden sizin okuduğunuz kelimelerin çok farklı anlamları vardır. Yine İsmaili kuran okumaları da bu şekildedir. “Biz emaneti yerlere ve göklere verdik ama yer ve gök bunu kabul etmedi ve biz emaneti insana verdik. “ ayetini şöyle yorumluyorlar. Yerler Ebubekir, gökler Ömer’dir. İnsan ise insanı kamil Ali diyerek Kuran’ın anlamından uzaklaştırarak kendi duymak istediğini Kuran’da varmış gibi gösteren Kuran okumaları ile karşılaşıyoruz. Hz. Yunus’un balığın karnına girmesi olayını Yunus’un bir bunalıma girdiğini, karanlık dehlizlere girdiğini ve bu dehlizlerden kurtularak aydınlığa çıkmıştır diyerek balığın olmadığını iddia ediyorlar. Bu da aşırı sembolizm veya mecazcılık dediğimiz bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bunun karşılığını bugün tasavvuf ve Risele-i Nur’da bunlar gözükmektedir. Özellikle Kuran’ın muhkem metnine ait olmayan fakat kişiler tarafından bu ayet bunu işaret eder diye yorumlanmaktadır. Risale-i Nur’da Said’i Nursi Nur suresindeki 35. ayette geçen Nur sözcüğünün Risale-i Nur’u işaret ettiğini söylemektedir. Bu tarz tefsir okumalarına tefsirde batinilik denilmektedir. Bu anlayışlar İslam tarihinde ve günümüzde devam etmektedir. “Onu Sekar’a yaslayacağım. Onu Sekar’a sokacağım.” ayetindeki “Sekar” kelimesini bilgisayar olarak gören bir anlayış vardır. Yaşar Nuri Öztürk bugün bu ayetin bilgisayar olarak yorumlamaktadır. Oysa burada geçen “Sekar” kelimesi cehennemden bahsetmektedir. Bu aşırı sembolcülük, aşırı mecazcılık kapısı açıldığında ortaya farklı yorumlar çıkmaktadır. Yunus’un balık kıssasını hapis olarak yorumlamaya, Kuşlar Babil medeniyetini, Cinler yabancı insanlardır gibi bir anda mucizevi ayetler çok rasyonel, çok akılcı bir yoruma dayandırılmıştır. Oysa cinlerin yabancı insan olması, kuşların Babil medeniyetini simgelemesi veyahut Yunus’un balığın karnında değilde hapiste olmasının bize bir faydası yoktur. Ayetin vermek istediği mesaj bu değildir. Önemli olan Hz. Yunus’un nerede olduğu, kuşlarla bahsedilen medeniyetin Babil olması değil ayetin ne dediği, hayatta yansımasının ne olduğu, mesajın hayatta neye tekabül ettiğini anlamaktır. Allah Resulünün çok sevdiği akrabalarından olan halası Peygamberimiz vefat ettiğinde Hz. Ebubekir ziyaret eder. Yanına gidiyorlar ve konuşurken Peygamberimizden bahsedilince halası ağlamaya başlıyor. Teselli için Hz. Ebubekir : “Biliyoruz onu çok severdin.” dediğinde halası şu sözü söylüyor: “Ben Allah Resulünün öldüğüne ağlamıyorum. Allah’ın bizimle konuşmayı bıraktığına ağlıyorum.” sözünden sahabenin vahyi nasıl algıladığını görebiliyoruz. Cidden vahyin indirilişine baktığımızda interaktif bir şekilde hayatın içinde olan bir Kuran var. Kocasıyla tartışan bir kadının yakarışını duyan ve bu yüzden ayet indirilen hayatın ihtiyaçlarına cevap veren bir Kuran vardır.

''Öyleyse sen (ey Muhammedi), kafirlere uyma ve onlara karsı bütün gücünü ortaya koyarak bu (Kur'an ile) büyük bir cihada giriş." (Furkan, 25/52) Mekke döneminin ortalarında indirilen bu ayet ile Peygamberimizin başlattığı mücadelenin hangi eksende yürütüleceği bariz bir şekilde vurgulanmıştır. Buna göre mücadelenin ana ilkeleri ve yöntemleri, Kur'an'a dayanmalıdır. Çünkü mücadele Kur'an ile -onun öğrettiği ilke ve yöntemlerle- yapılacaktır.

Bilindiği gibi Rasulullah, daveti kuşandıktan sonra, tüm hayatını Kur'an'ın rehberliğinde Allah yolunda cihada adamıştır. Onun cihadı, kendi nefsini arındırmayla eş zamanlı olan bir tebliğle başlamıştır. Daha sonra Peygamberimiz, kendisini ve ilahi mesaja ilgi gösterenleri Kur'an'ın rehberliğinde eğitmiştir. Bu iki görevi yaparken kendisinden önceki tüm kardeşleri/peygamberler gibi zalim sisteme karşı tavır almıştır.

Tebliğ, eğitim ve zulme tavır alışı eş zamanlı olarak yapan Rasulullah'ın ilk muhataplarını üç sınıfta özetleyebiliriz: İlgi duyanlar, şaşkınlar, olumsuz tepki gösterenler. Yüce Rabbimizin indirdiği Kur'an-ı Mubin bu üç sınıfa yönelik olarak peygamberimizi bilgilendirip bilinçlendiren, onlarla nasıl mücadele edileceğinin eylem planlarını içeren bir kitaptır. Bütün bu zorlu mücadeleyi sürdürürken Rasulullah marjinallik eleştirilerinin yanı sıra, kendisinin mal-mülk, makam sahibi olmaya çalıştığı öne sürülmüştür. Peki Rasulullah bu tepkileri nasıl savuşturmuş, sorunların üstesinden nasıl gelmiştir? Rabbimiz Rasulullah'a nasıl bir gelecek tasavvuruna sahip kılmıştır? Kendi öz benliğini ve diğer müslümanları eğitme süreci nasıl bir zeminde başlamış, zamanla hangi nitelikleri kazanmıştır? Bu ve benzeri soruları çalışmamız içinde "Rasulullah'ın Kur'an Algısı" başlığı altında cevaplamaya çalışacağız.

A- Kitab'ın ve Hikmetin Kaynağı Kur'an İle Eğitim

"İşte bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Öyleyse artık (ey insanoğlu!) Allah ile beraber sakın başka bir ilah edinme, yoksa O'nun tarafından kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın." (İsra, 17/39) Hayatının tamamını Allah yolunda cihada adayan Peygamberimiz, mesajı yaygınlaştırırken, müminleri eğitirken ve kafirlerle en güzel şekilde tartışıp mücadele ederken belli ilkelere göre hareket etmiştir. Bu ilkeleri tek bir terime indirgemek, bir kavramın çağrışımlarıyla ifade etmek gerekseydi, bize göre en uygun düşen kelime "hikmet" olurdu. Çünkü hikmet, sözün ve eylemin gayeli, düzenli, planlı oluşunu anlatmaktadır. Bunun aksi ise plansız, düzensiz, amaçsız, rüzgarın estiği yöne doğru savrulan bir ilkesizlik halidir. Rasulullah için yakışık alanı tabii ki, sözünün ve eyleminin hikmetle süslenmiş olmasıdır.

Allah'ın seçerek alemlere üstün kıldığı Peygamberimiz (s), içinde yaşadığı zalim/sömürgeci sisteme karşı eleştirileriyle daha mücadelenin hemen başında tavır almıştır. Onun itikadi, siyasi, toplumsal ve ekonomik alanda sisteme karşı yaptığı eleştirilerde ilk göze çarpan hiç şüphesiz hikmettir. Hikmetten yoksun, kaba-saba ve yapmayacaklarını söyleyen bir kişinin arınmışlığından söz edemeyiz; böyle birinin başkalarını arındırarak Allah'a yaklaştırması, salih amellere sevk edebilmesi de zaten manevi olarak mümkün değildir.

Peygamberimizin, içinde bulunduğu hayatı nasıl dönüştürdüğünü, mü'minlerle nasıl bir münasebet kurduğunu, kafirlerle nasıl mücadele ettiğini 'hikmet'i merkeze yerleştirerek, onun etrafında dönen diğer terimler ışığında ortaya koymak istiyoruz. Bu terimleri ilk indirilen sekiz sure üzerinde yaptığımız çalışmaya dayanarak sıraladığımızda akla ilk gelenler şunlardır: Takva-istiğna, hicret-rücz, cîhad-müdâhane, zenb/günah-tezkiye/arınma v.d. Peygamberimizin yirmi üç yıl süren risalet mücadelesini üç kelimeyle özetlemek gerekseydi bunlar her halde iman, hicret ve cihad olurdu. Bu mücadelenin on üç yıllık Mekke dönemini ise, ilk mesajlardan esinlenerek gerekirse "teberri, tebyin ve teşhid" kavramlarıyla özetleyebiliriz. Şimdi Kur'anî bir hikmetle mücadele eden Rasulullah'ın kalbinde yer etmiş bu vahyî ilkeleri inceleyerek, ilk İslam ümmetinin hangi sağlam temeller üstünde yeşertildiğini anlamaya çalışalım.

B- Kur'an İle Eğitimin Akla Gelen Öncelikli İlkeleri

1- Besmele ve Berâe İlkesi

Peygamberimiz (s)'in risalet görevini aldığı Alak Sûresi (96) "Yaratan Rabb'inin adıyla oku!" diye başlamaktadır. Buradan çıkardığımız besmele ilkesi bize göre iki unsuru içinde barındırmaktadır: Birincisi, yapılacak eylemi anlamlandıracak'.yegane unsurun Yüce Allah olduğu; ikincisi ise ilahi mesaja karşı durabilecek tâğutî güçlerle ilişkilerin "teberri/uzak durma" ilkesi çerçevesi İçinde düzenlenmesi gerektiği. "Birinin hidayetine vesile olmak da dahil, yapılan iyilikler Allah'ın adı ile yapıldığı için O'nun rızası dışında iyilik yapılan kimselerden -garibandan, mustaz'aftan- bir teşekkür beklememek gerektiği" besmele ilkesinin bir gereğidir. Allah'ın Elçisi'nin gayesi, bir takım insanların yaptıkları gibi yoksulların, muhtaçların, hakları ellerinden gasp edilmiş mustaz'afların üzerinden şöhret olmak değildir. Çünkü Allah'ın adı ile hareket eden biri, yaptığı iyilikten dünyevi bir kazanç umamaz; Allah'tan başkasından teşekkür/övgü bekleyemez. Alak Sûresi gibi ilk mesajlardan olan Müddessir Sûresi'nde, besmelenin ahlaki bir davranışa nasıl dönüştürüleceği öncelikle Rasulullah'a ve arkadaşlarına, sonra da kıyamete kadar yaşayacak tüm mü'minlere öğretilmektedir: "Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma!" (Müddessir, 74/6)

Diğer taraftan besmele, aynı zamanda hakim güçlerle kurulacak ilişkinin nasıl olması gerektiğine ilişkin ipuçlarını da vermiştir. Nitekim Kur'an'ın iniş sırasına göre son surelerinden olan Tevbe'nin bir diğer adı da Berâe olup ilk ayeti tam da bu konuyla ilgilidir: "Allah'tan ve O'nun elçisinden, kendileriyle anlaşma yapmış bulunduğunuz müşriklere bir berâet/ültimatom-ihtar ve yükümsüzlük bildirişidir bu." Tevbe Sûresi ile pekiştirilen münasebet şekli ilkelerde bir değişiklik değildir. Çünkü bütün peygamberler gibi Rasulullah Muhammed(s)de "bir yandan Allah'a iman ederken, diğer yandan her türü somut-soyut şer gücü -tağutu- inkar etmek"le yükümlü tutulmuştur.

Allah'ın yeryüzünde yükseltilmesini istediği değerlerin düşmanı olan tağutların ilk mesajlardan anladığımıza göre, hidayete erişmelerini engelleyen tutumları kalplerine yazdıkları "İstiğna"dır. Yani kendini kendine yeterli görüp Allah'ın yol göstermesine ve arındırmasına gönüllerini kapatmalarıdır. Bu bağlamda Alak Sûresi özelinde ifade edersek "takva" ile "istiğna" birbirinin zıttı iki tutumdur. Takva, Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip mü'minlerin, sözü dinleyip en güzeline uyma eğilimindeki insanların, kalplerini arınmaya açık tutan muhsinlerin ahlak edindikleri bir huy iken; istiğna, Yaratıcı ile ilişkilerinde kibirli olmayı, bencilliği ahlak edinmiş zalimlerin bir huyudur.

Tevekkül ederek, sadece Allah'a gönül bağlayıp, başarılarında ve başarısızlıklarında sadece O'na güvenerek hareket eden Peygamberimiz (s) vahiy almadan önce de doğruları arayan biri idi. Ancak o, Duha Suresi'nin beyanından anladığımıza göre bu konuda bir şaşkınlık içindeydi. İşte bu şaşkınlığı giderip ona doğru yönü gösteren Kur'an ile başlayan mücadele ekseni olmuştur. Mücadele eksenini anlamlandıran ilk akla gelen ilke ise besmele (ve teberri) ilkesidir. Artık Rasulullah kainatı okurken, kişiliğini ahlaki açıdan tekamüle eriştirirken, ailesini ateşten koruyacak hazırlıkları yaparken, zihinsel-toplumsal-siyasi ve ekonomik alanda cereyan eden şirklere ve haksızlıklara karşı tavır alırken, dünyevi menfaat odaklarının, şer güçlerinin değil "Allah'ın adı ile" hareket edecektir. Doğru yerden başlamak için bu çok önemli bir ilkedir: Çünkü artık kararsızlık, ilkesizlik, ölçüsüzlük, tutarsızlık yoktur. Artık ne yapacağını bilen, güçlü bir akide ile hareket ettiğinden dolayı yılmak bilmeyen bir irade sahibi, hak yolda başa gelebilecek her şeye direnmeyi kalbine yazmış kararlı ve ilkeli bir kişi var.

Besmele aynı zamanda istiaze'yi/Allah'a sığınmayı, zikri/O'nun adını yüceltmeyi ve tebtîl'i/O'na yönelip O'na adanmışlık bilinciyle hareket etmeyi içermektedir. Rasulullah'ın kalbini süsleyen bu ölçüler hiç şüphesiz ilk müslümanların da riayet etmekte gayret gösterdikleri köşe taşlarıydı. Bu nedenledir ki, onlar ubudiyet anlamında Allah'ın razı olmadıkları güçlere sığınmadılar, hayatın her alanında O'nun zikrini/ismini, değerlerini yüceltmeye gayret gösterdiler ve tüm varlıklarını, tüm servetlerini, güçlerini O'nun yoluna adadılar.

Rücz'den hicret/her tür manevi kirlilikten Allah'a göç etmek besmele ile girilen yoldaki diğer doğru işaretlerdendir. İlk mesajlardan olan Müddessir Sûresi'nde Rabbimiz konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır: "Sen ey örtüsüne bürünmüş olan! Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini zikret ve öz-benliğini günahlardan arındır; ve bütün pisliklerden/rucz'den hicret et/kaçın." (Müddessir, 74/1-5.)

Yoldaki bir başka işaret de müdâhane yapmamaktır. Müdâhane, karşısındakinin gönlünü kazanmak için ona yağcılık yapmak, meddahlık yaparak ona yaranmaya çalışmaktır. Hiç şüphesiz böyle bir tavır Allah'ın elçisine yakışmaz. Zaten Kur'an ile ahlaklanan Peygamberimiz böyle bir ihtimale karşı uyarılmış, o da hayatı boyunca kendisini, arkadaşlarını ve İslam'ı onurdan yoksun bırakabilecek böyle bir tutum içinde olmamıştır.

Yine müdâhaneyle yakından ilgili bir başka yanlış da "abese tavrı"dır. Müdâhane Mekke'nin önde gelen güç sahipleri -sosyetesi, eşrafı, zengin takımı- ile münasebeti düzenleyen bir uyarı iken; "abese tavrı" diye kavramsallaştırabileceğimiz sapma ise mustaz'aflarla -fakirler, miskinler, hakları ellerinden alınarak zayıf bırakılmış mahrumlarla- ilişkileri düzenleyen bir inzarı ihtiva etmektedir. Peygamberimiz (s), ilk mesajlardan olan Kalem ve Abese Sureleri'nde bir taraftan Allah'ın adı ile yürütülen bir mücadelede asıl ilgi alanının neresi olduğu, kiminle daha çok ilgilenmesi gerektiği konusunda bilgilendirilirken; öte yandan Mekke'deki sisteme hakim olan güçlerin saptırma niyetleri konusunda da bilinçlendirilmiştir. Fiili bir durumda her İslami mücadelenin başına gelebilecek saptırma gayretleri konusunda unutulmaması gereken ölçüyü "müdâhaneden ve abeseden kaçınmak" olarak özetleyebiliriz. Hiç şüphesiz Kur'an müşriklerle tüm ilişkileri yasaklayan bir kitap değildir. Fakat namazın gerçek anlamda ikamesini engelleyen zalimlerle, bu ifsad eylemiyle eş zamanlı olarak mâun'u/insanlara en küçük iyiliklerin dahi ulaşmasına da barikat kuranlarla müdâhane ilişkisi kurmayı kesin bir dille yasaklamıştır. Kaldı ki önde gelen müşrikler, insanlara ulaşabilecek iyiliklerin önüne barikat kurduklarına göre, Peygamberimizi masaya oturmaya ikna etmek isteyişlerinde iyi bir niyet de yoktur. Belki süslü kelimelerle, yaldızlı sözlerle yanaşmış olabilirler; ama asıl niyetleri ve gerçek amaçları İslami mücadelenin başarısını engellemektir. Eğer engelleyemezlerse mevcut konumlarını garanti altına almak isteyen Mekke müşriklerinin gerçek niyetlerini Yüce Allah Kur'an ile ifşa etmiştir.

2- Tebliğ ve Tebyin

Kur'an 'kavlün sekiyl'dir; ağır sorumluluklar yükleyen bir kitap'tır. Bu sorumluluklar şakaya gelmez; ancak yerine getirilmesi imkansız bir karakterde de değildir. Tebliğde bulunmanın ilk akla gelen şartı, doğru bilgiye sahip olmaktır. Bir başka deyişle alim olmaktır. Açıkça, gizlemeden yapılması gereken tebliğ yanında Peygamberimizin bir de tebyin görevi vardır. Tebyin, üstü kapalı olan bir şeyin üzerindeki örtüleri kaldırarak onun görünür hale gelmesini sağlamaktır. Şüphesiz Kur'an mubin/apaçık bir kitaptır. Yüce Allah bu kitabı anlaşılmaz olsun, kullarına zorluk çıkarsın diye göndermemiştir. Fakat yine de her muhatabın aynı algılama düzeyine sahip olduğu iddia edilemez. İşte tam bu noktada ilahi mesajın seçilmiş bir elçi ile gönderilmesinin hikmeti devreye girmektedir. Vahyi her muhatabına göre açıklamakla görevli olan Peygamberimiz, sözü söyleyip daha sonra da çekip giden bir tutumdan kaçınmıştır. Çünkü tebyin görevi, ona tebliği takip etmesi gereken bir sorumluluk yüklemiştir. Tebyini ise kendini ve muhataplarını şirkten, günahlardan arındırmak anlamına gelen "tezkiye" görevi takip etmiştir. Arınma ve arındırma ise, tebliğle eş zamanlı olarak başlayan ve bütün bir mücadele sürecinde devam eden tüm davranışları izleyerek müdahale edecek yakınlıkta bulunmayı gerektirir. Mesela Allah için sahip olunan maddi imkanları seferber etmek bir arınma işaretidir. Yani arınmak ve arındırmak öyle köşesine çekilip olan bitene karışmadan hayattan kopuk ibadetler yapmak değildir.

3- Teşhid/Uygulamalı Öğretim

"Ama davamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Biz'e varan yollara mutlaka yöneltiriz: Allah kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir." (Ankebut, 29/69) Bu ayette salih amel, hidayet üzere kalmanın önemli bir şartı olarak bize önemsetilmektedir. Allah'ın iyilik yapanlarla beraber olduğunun vurgulandığı bu ayet, aynı zamanda Rasulullah'ın Kur'an'ı nasıl algıladığına ilişkin mesajlar içeriyor. Buna göre Kur'an, salih amelden yoksun salt bir malumat yığını olarak değerlendirilemez. Hatta yapılan dürüst ve erdemli işler doğru anlamanın da güvencesidir. Zaten Peygamberimiz (s)'İn görevi bu sebeptendir ki, sadece tebliğ ve tebyinle sınırlı değildir. Mesajın uygulamalı öğretimi olan şahitlik yapmak da onun temel görevleri arasında yer almıştır. Şahitliğin nasıl yapılacağına ilişkin Yüce Rabbimiz, Peygamberimize yol göstermiş, gerekli bilgi ve inancı aşılamıştır. Şahitlikte dikkat edilmesi gereken hususları huşu, tenzil-tertil ve sabır kavramlarıyla anlatabiliriz. Rasulullah'ın Kur'an algısını ve Allah'ın mesajını hayata nasıl hakim kıldığını ilk sûreler boyunca sürekli tekrarlanan bu kavramlar üzerinden anlayabiliriz.

Hidayet etmesi için emanet edilen Kur'an'ı gereğince okumak, onu tam anlamıyla uygulamaktan geçmektedir. Bu sebeple Peygamberimiz ve ilk sahabe nesli için Kur'an öylesine anlaşılmadan okunan bir kitap değil, hayatın her alanının kendisiyle ıslah edilip dönüştürüldüğü bir rehberdir. Uygulamanın kusursuz olması için, bilgiyi ve bilinci anlamlandıran huşulu bir Kur'an okuyuşu gereklidir. Allah'ın adının anılması, Rasulullah ve arkadaşları için gözlerden yaşlar boşandırırcasına kalpleri titreten bir duyarlılığın kaynağıdır. Enfal Sûresi'nde beyan edilen duyarlılık, özlediğimiz ve ulaşmak istediğimiz bir huşuyu anlatmaktadır: "Müminler ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri korkuyla titrer; ve kendilerine her ne zaman O'nun ayetleri ulaştırılsa inançları güçlenir; ve Rablerine güven beslerler." (Enfal, 8/2) Allah'ın ayetlerinin gönüllerde ve hayatın çeşitli alanlarında taht kurması için belli bir huşu ile okunup anlaşılması şarttır. Bu nedenle huşu ile okunacak bir vakit olan gece kıyamı Rasulullah'a ve ilk mü'minlere tavsiye edilmiştir. Ne ki bu okuyuşun amacı parmak hesabı sevap kazanmakla sınırlı değildir. Müzzemmil Sûresi'nden öğrendiğimize göre Rasulullah ve onun Kur'an'la İrşad ettiği ilk ve öncü mü'minlerle yapılan toplu bir eğitimdir gece okuyuşu.

Nasıl Kur'an tenzilen/aşama aşama, yavaş yavaş, belli bir programla indirildiyse hayata hakim kılınması da belli bir planla yapılmıştır. Yüce Rabbimiz bu nedenle Rasulullah'a Kur'an'ı tertîlen/belli bir program dahilinde, bilinçli bir şekilde okumasını emretmiştir.

Ender görülen bir sabır ve tahammül ile zorluklara direnen Peygamberimiz (s), etrafında toplanan arkadaşlarını "dışa dönük iç eğitim"le gelecek günlere hazırlamaya çalışmıştır.

Teşhidin ilkelerinden biri de sabırdır. Sabır hem Kur'an'ın doğru anlaşılmasında hem de doğru bir şekilde amelleştirilmesinde ihmal edilmemesi gereken bir ölçüdür.

Son derece olumsuz koşullarda görevi yüklenen Peygamberimiz(s) yüzyılların biriktirerek büyüttüğü şirk geleneklerini "tertil" ilkesiyle ıslah etmiş, dönüştürmüş veya ortadan kaldırmıştır. Kur'an'ın nüzul süreci tamamlanırken bu ilkeye; "müteşabihi muhkeme irca ederek okuma" eklenmiştir.

Kur'an'ın ilk mesajları üzerinde yaptığımız kısa gezinti, Rasulullah'ın Kur'an algısının bütün bir hayatı kuşatan boyutta olduğunu göstermektedir. Yani Kur'an onun için hem bilginin, hem bilincin, hem de uygulama öğretimin ilkelerini içeren hikmetli bir kitaptır. Biz de aynı hikmetli kaynaktan gereğince beslendiğimizde, tıpkı Peygamberimiz(s) gibi, hem kendimizi hem toplumumuzu arındırabilir, hem de içinde yaşadığımız sistemin tağuti uygulamalarına karşı direnebiliriz.

Nihat Yalçın, sunumunu “Rabbim hepimizi hakkı ve hakikati Kuran’da arayanlardan, insan önder olarak Hz Peygamberi örnek edinenlerden ve kalbinin adresini Allah’ın rızasını aramak şeklinde belirleyenlerden kılsın,” duasıyla bitirdi.

Program katılımcıların soru ve katkılarıyla son buldu.

bartin-20130325-01.jpg

 

Önceki ve Sonraki Haberler