“İslami Mücadelede Yöntem Sorunu” Semineri

“İslami Mücadelede Yöntem Sorunu” Semineri

Özgür-Der Çorum Şubesi alternatif eğitim seminerlerine devam ediyor. Bu haftaki semineri “İslami Mücadelede Yöntem Sorunu ve Ehven-i Şer Algısı” konu başlığı ile İlkav başkanı Mehmet Pamak sundu.

Yoğun bir katılımının gözlemlendiği seminerde Mehmet Pamak, içinde yaşadığımız cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmanın önemine değinerek başladığı konuşmasına şu tespitlerde bulundu: " Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke'de egemen sistemle Resulullah'ın (s) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır.

Resulluhlah (s) ve ilk vahiy muhatapların amacı Kur'an'la eğitilmiş, tevhidi esas alan yalnız Allah'a kulluk yapmak, insanları Allah'a kulluğa çağırmak ve böylece Allah'ın rızasını kazanmaktı. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip bu ilk nesil, her türlü zorluğa rağmen yine kulluk eksenli bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeyi başarmıştı.

Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah'ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslami kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslami kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslami kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.

Rasulullah (s) ve beraberindeki mü'minler; cahili toplum ve sistem içinde mesajını kitlelere taşımak sürecinde, gerekli açılımları temine matuf olarak, sistemin uygun olan bazı imkân ve kurumlarından da yine kendi denetimleri altında olmak kaydıyla yararlanmışlardır. Bu yararlanmada bile amaç; vahyi mesajı yaymak, insanlara tevhidin hakikatlerini apaçık ulaştırmaktı. Yoksa mesajı ve tevhidi, görüntüde de olsa çarpıtarak, bulandırarak, ne pahasına olursa olsun sistem içi bazı mevzileri ve imkânları kazanmak değildi.

Muhalif harekete yüzeysel bazı tavizler verilerek, onun da tavizkar bir tutum içine girmesi ve böylece egemenlik ilişkileri içine girerek, düzenin dönen çarkının bir parçası olması, sisteme entegre olup özelliğini ve anlamlılığını yitirmesi sağlanmaya çalışılır. Sistemlerin bu yöntemle başarı sağlamada daha ziyade, muhalif hareket içinde yer alan ve "marjinallik"ten bıkıp kitlelerin cahili değerlerine doğru savrulmakta beis görmeyen zayıf iradeli, kısa soluklu müntesiplerin acelecilik ve komplekslerinden istifade ederler. Hâlbuki başlangıçta ve bir mücadele süreci içinde "marjinallik", bazen avantaj da temin eden bir vakıa olarak kabul edilmeliyken, sabırsız ve aceleci bir tutumla, bir an önce ve zamansız olarak marjinallikten kurtulma çabası çoğu kez teslimiyete ve yok olmaya sebep olmaktadır. Tevhidi ve adaleti esas alan bir hareket elbette egemenlerin verdiği tavizleri değerlendirebilir. Hatta mücadele süreci içerisinde bazı hak ve özgürlük kazanımları da gerçekleştirebilir. Ancak tüm bunları yaparken, kendisine kimlik, şahsiyet ve izzet kazandıran temel ilkelerinden ve bu yoldaki kararlılığından asla taviz veremez.

Rasulullah (s) tıpkı kendinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi davetine başlar başlamaz hiçbir maddi hesap gözetmeyen ve pragmatik bir ilişkinin zilletine düşmeyen, onurlu bir tutum sergilemiş, her şeyi göze alarak müşriklerle ve onların sistemiyle köklü ve çok yönlü bir ayrışma sürecini başlatmış ve ısrarla sürdürmüştür. Hiçbir zaman hak ile batılın, tevhid ile şirkin uzlaşamayacaklarını vahyin yönlendirmesiyle açıkça ilan etmiştir. Doğal olarak bu uzlaşmaz tavır, onların egemen yapının bazı imkân ve kurumlarından şer'i ölçüler içinde kalarak, istifade etmelerine engel değildi. Rasulullah (s) de işte bazı cahili örf ve müesseselerden istifade etmiştir.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Asr-ı Saadet Müslümanları da, şirki temsil eden sistem ve kurumlarıyla sosyoekonomik ilişkilerini tamamen kesmemiş, ancak belli alanlarla sınırlı bu ilişkilerini bile, İslam'ın değişmez ilkelerine aykırı düşmeden ve İslami kimliğe, şer'i ölçülere zarar vermeden gerçekleştirmişlerdir.

Tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip müminlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda "irtica"dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mümin, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak'ka bağlanmak, Hak'kı temsil etmek ve Hak'kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mümin şahsiyet, "şer" (kötü) ile şerden bir şube olan "ehven-i şer" (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, "iyi ve maruf" olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mümin olmanın en temel gereğidir.

Nefsimizi ve tüm Müslümanları vahyin ölçüleriyle uyarmak ve ıslah etmek sorumluluğumuzu, "emri bil maruf ve nehyi anil münker" yükümlüğümüzü ciddiyetle yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamalıyız." diyerek sözlerini tamamladı.

Program soru ve cevap bölümü ve karşılıklı görüş alış verişlerinden sonra sona erdi.

Önceki ve Sonraki Haberler