“Sistem İçi Mücadele ve Demokrasi” Tartışmaları

“Sistem İçi Mücadele ve Demokrasi” Tartışmaları

Ümraniye Özgür-Der Şubesi’nde Haksöz’den Hamza Türkmen’in, İMH’den Fesih Kaya’nın katılımlarıyla “Sistem İçi Mücadele ve Demokrasi” tartışmaları ele alındı.

Oturumun yöneticiliğini de yapan Hamza TÜRKMEN, bu konunun ele alınmasının Müslümanların tebliğ ve mücadele süreçleri; ayrıca Müslümanların sosyal, siyasi ve kimliksel durum ve maslahatları açısından da elzem olduğunu belirtti.

Kur’an’da belirtildiğine göre (35/32) Rabbimizin İlahi Vahyi miras bıraktığı insanların üç guruba ayrıldığını belirten Türkmen; büyük bir parçanın nefislerine zulüm etmekte olduklarını; yine büyük bir kısmının doğru ile yanlış arasında ortada gittiklerini; az bir kısmın ise Allah’ın yardımı ile hayırlarda yarışıp önde gitmeye çalıştığını belirtti. Ortada gidenlerin bir avantaj olduğunu; ama ümmet olarak büyük ölçüde İslami duyarlılık taşısalar da Kur’an nimetini itikattan amele kadar bulandırmış halde yaşattıklarını belirtti. Metod tartışmalarının ise daha ziyade fıtrat ve vahiyle buluşmak isteyen önde gidenleri, İslami bilinci yakalamaya çalışanları ilgilendirdiğini anlattı.

Sosyal planda “sistem” ifadesinin daha ziyade toplumları belirleyen ve örgütleyen teamüller, kurallar ve kanunlar anlamına geldiğini söyleyen Türkmen; bu boyutu ile sosyal-siyasi sistemlerin ya cahili değerlere yaslandığını ya da fıtri ve vahyi ölçülere ittiba kaygısı içinde olduğuna işaret etti. Kur’an’da vahyi ölçüler dışında oluşan sosyal-siyasi-itikadi sisteme cahiliye dendiğini; uzun asırlardan sonra Müslümanların içinde yaşadıkları toplumla ilgili değerlendirme yaparken Seyyid Kutup’un da içinde yaşadığımız ve Kur’an toplumu olmayan seküler sosyal yapılara cahili toplum dediğini hatırlattı.

Ümmetin çöküş sürecini durdurmak ve yeniden Kur’an ümmetini modelleştirmek isteyen Islah hareketlerinin hem sömürgeciliğe karşı direnmeyi hem Kur’an ve Sünnet eksenli bir diriliş ve inşayı hedefleyen mücadele anlayışının, zorunlu olarak metod tartışmalarını getirdiğini belirtti. Türkmen, özellikle 1921 Kahire Toplantısı ile, tamamen İslam düşmanı güçlerce işgal altında bulunan ümmet coğrafyasının bir de ulus sınırlara ve sanal olarak ulus toplumlara bölündüğünü vurguladı. Kısmen 1979’da İran’ın, 17 Aralık 2010’dan itibaren de kısmen Tunus ve Libya’nın sınırlı bağımsızlık hamlelerine rağmen coğrafyamızın tamamen işbirlikçiliğine dayanan kolonyalist veya  despotik cahili sistemlerce yönetildiği; daha doğrusu işgal altında olduğu belirtilen konuşmada, cahili sistemlerin biz Müslümanları kuşattığı ve kimliğimizi tutsak aldığı bu cahili şartlarda altında iki görevin öne çıktığı belirtildi:

Birincisi, direniş. Yani her türlü beşeri yerel ve küresel vesayet sistemlerine, diktatörlüklere karşı  adalet ve özgürlük mücadelesi.

İkincisi, tevhid, ıslah ve inşa. Yani ümmeti yeniden gaybi konulardan Sünnet, fıkıh, kelam algısına kadar Kur’ani ölçülerle ölçülendirmek ve diriltmek.

Cahiliyyeye ve vesayet sistemlerine karşı mücadelede bizi tamamlayacak olan tarihi süreç içinde “nimet”i nasıl kaybettiğimizin muhasebesini yapmazsak ilerleyeceğimiz merdivenin bir ayağı hep kırık kalacaktır. Ayrıca içinde yaşadığımız ulus sistemler Müslümanların kimliksel ve sosyal-siyasi değer bakımından tutsaklık alanlarıdır. Müslümanlar Mekke Dönemi Cahiliyyesi’ne karşı Rasulullah’ın (s) cahiliyyeyi aşmak, insanları vahyi ölçülerle bütünleştirmek konusunda öğrendikleri mücadele tarzı ile en yakın oldukları ve örneklerini tertilen fıkhetmeleri gereken tarihi vetire, bugünkü kimliğimizini ve imkanlarımızın işgal altında olduğu bugünkü tarihi vetiredir.

Ümmeti diriltme, bağımsızlaştırma ve İslam’ın hükümlerini uygulama yolunda 20. Yüzyılda Urvetu’l Vüska mirasını iyi kavrayamayan İslami akım ve hareketler tarihe ve geleceğe genellikle iktidara ulaşma önceliği ile baktılar, ümmeti uyandırma ve diriltme forksiyonu geride kaldı. Ümmeti diriltip yeniden inşa etmeden İslam İktidarı’na veya Hilafet’i yeniden kurmaya yönelmiş yöntem anlayışları ümmet merkezli değil, iktidar merkezliydi. Ayrıca yöntemlerini şekillendirirken de Kur’an’da toplum, toplum tarihi ve toplumsal yasalarla, sünnetullahla ilgili yeterli bir değerlendirmeye dayanmıyorlardı.

1970’li yıllardan itibaren de Türkiye’de yükselen İslami uyanışın mücadele çizgisini yönlendirmeye çalışan Hizbu’t Tahrir ve Kutupçu Selefi çizginin metod argümanlarının; krallıklarda yazılmış Nebevi, Rabbani, Tevhidi hareket metodu kitaplarının sağladığı bazı katkılar yanında, kendi tarihsel şartları ve birikimleri ile kayıtlı zaafları da vardı.

Özelliklerle bu çizginin argümanları ve kitapları, en başta tahkike dayanan nasıl bir usulu’d-din anlayışına dayandıklarını ortaya koymadan ya metod anlayışlarının akaidden çıktığını ve tartışılamayacağını ya da hadislere dayandığını ve dayandıkları bu zanni rivayetlerin tahkik ve kritiğinin yapılmasının Sünnet’i reddetmek olacağını belirten asabiyeler oluşturabiliyorlardı.

Yine bu kitaplarda yöntem konularıyla doğrudan ilgili şahitlik, şehitlik, ıslah, sünnetullah gibi kavramlar hem Kur’an bütünlüğüne göre hem tertil fıkhı kapsamında değerlendirilmemişlerdi.

Yine ümmetin içine düştüğü neden olarak sürekli dış ve emperyal nedenler gösterilirken, Müslümanların Kur’an’ı mahcur bırakma ve nimetten uzaklaşma halleri ile mücadele metodunun ilgisi yeterince irtibatlandırılmamıştı.

Yine bu kitaplar genellikle kırallık-diktatörlük rejimlerinde yazılmış; ümmet coğrafyasını kuşatan küresel kapitalist ve ulusal sistemler cenderesinde yaşadığımız cahili hal yeterince işlenmemişti. Ayrıca cahili sistem içinde diktatörlüğe karşı daha imkanlı olan demokrasi eleştirileri küresel cahili sistemden ayrı olarak ele alınıp, diktatörlüğe karşı daha uygun cahili bir imkan olarak değil, en başta kıral, şeyh ve diktatörleri adeta memnun edecek gibi karşı çıkılacak bir “din” olarak değerlendirilmişti.

Yine bu kitaplarda Mekke Cahili Sistemi içindeki kuşatmada Hz. Muhammed ve arkadaşlarının ilaf, himaye, panayırlar, eman, davet müessesesi gibi sistem içi araçları vahyi ilkelerden taviz vermeden kullanma Sünneti günümüz cahili sistemler içindeki halimizle irtibatlı olarak ele alınmamış ve işlenmemişti. Ayrıca Mekke döneminde inzal olan Resullerin mücadele hayatlarıyla ilgili farklılıklar içeren kıssalarıyla mevcut halimiz arasında yeteri kadar irtibat kurulmamış, müzakereler  yapılmamıştı.

Ayrıca Türkmen, hepimiz ümmet coğrafyasında yerel ve küresel cahili sistemler içinde yaşar ve ekmeğimizi de tutsağı olduğumuz bu sistemler içinde kazanırken; kendini sistemin dışında özgürce yaşıyormuş gibi sanıp mücadele yöntemini bu sistemden kopmak üzerine değil de, hayali bağımsız bir alandan cephe açmak üzerine kuranların, Müslümanları ve Müslüman gençleri romantik bir yanılgı içine düşürdüklerini belirtti. Direniş ve inşa mücadelemizin Rasulullah’ın Makke’de yaptığı gibi mevcut yerel ve küresel cahili sistem içinde sürdüğü gerçeğine dikkat çeken Türkmen; sistem içi araçları içtihadi planda kullanma ve mücadelemizin aracı haline getirme konusunda da Rasulullah’ın Sünneti’nin doğru kavranması üzerinde durdu.

Demokrasi’nin 14.-15. yüzyıldan bu yana Yeni Avrupa’nın oluşum süreci içinde Batı paradigmasına ait sistem içi önemli bir raç olduğunu belirtti. Birçok tanımı olan demokrasinin temel vurgusunun “hakikat”in Yaratıcımızdan gelen vahye değil insan bilincine dayandığı tezi olduğunu belirten Türkmen, bu açıdan hiçbir Müslümanın paradigmal veya felsefi olarak demokrat olamayacağını belirtti. Ancak demokrasinin, cahili sistem içinde diktatörlüğe karşı daha imkanlı bir model olduğunu ve kendimizi ifade etmek için daha imkanlı sistem içi bir araç olduğunu vurgulayan Türkmen; bu konuyu cahili bir kurum olan Panayırlardan yararlanan Rasulullah ve öncü sahabesinin yararlanması modeli ile karşılaştırdı.

Türkmen, İslam’ı yaşatma ve Müslümanları güçlü kılma amacıyla yürütülen tüm metodik tartışmaların yanlışı ile doğrusu ile bizlere bir birikim bıraktığını belirtti. Minhac/Yöntem konularında Kur’ani ölçülerin bütünlüğünü kavrayarak ve cahili kuşatma altında olan Müslümanların ve İslami hareketlerin son yüzyılda yaşadıkları birikimlerden yararlanarak; mevcut sosyal-siyasi-kültürel vâkımızı nesnel olarak değerlendirerek Sünnetullaha, şahitlik temelli merhaleci mücadeleye uygun yeni bir mücadele ve yöntem dili yakalamamız gerektiğini belirten Hamza Türkmen; yöntem konularında da neyin “sabite” neyin “değişken” olduğunun mutlaka bilinmesi gerekliliğine işaret etti.

* * *

Fesih KAYA ise sistem içi ilişkiler ve demokrasi konusunda şu vurgularda bulundu:

Demokrasiyi veya içinde yaşadığımız sistemi küfür olarak nitelendirenlerbazıları sanıyorlar ki; sanki biz şeriat devleti vardı da ondan memnun değildik ve bu küfür sistemlerini seçtik. Yani şeriat devletinden memnun değiliz ve demokrasiyi tercih ediyoruz. Bu doğru değil.

Öncelikle şunun bilinmesi gerekli. Hiçbirimiz kırallık ve diktatörlüğü tercih edemeyi. Biz zaten istesek de istemesek de bu sınırlar içinde yaşıyoruz. İşte demokrasi bu noktada bir alan açıyor ve bizde bundan ilkeli bir şekilde faydalanıyoruz. Dolayısıyla selefi bakış açısıyla bunu küfür olarak itham etmek işi çözmüyor. Demokrasinin 999 tane tanımı yapılmış, bizde bir tanım yaparız küfür olmuş olur.

“Turabi Devrimi” adlı kitabında Abdulvahhab El-Efendi'nin bir tanımı var. “Aslında bugün Müslümanların yüzü sürekli olarak Asr-ı Saadete/ideale dönüktür. Iskaladığımız şeylerden biri de bugünkü realitemizi gözardı etmemizdir.” Halbuki biz 21. yüzyılda yaşıyoruz.  Ama yüzümüz ideale  dönük. Sorun ne peki? Kendi realitemizle ideal arasındaki geçişgenliği, yani doğru yolu bulmakla alakalıdır. Bütün çabalar, okumalar, gayretler “O yol”u sahih olarak açmaktır.

Kaya, aşağıdaki soruları sorup, cevaplarını topluca vereceğini belirtti:

  1. Müslümanların muhalefette olduğu dönemlerde/devletlerde Müslümanlar sistem içi araçları nasıl kullanmalı?
  2. Sistem içi araçları kullanırken ölçümüz ne olmalı?
  3. Bugünkü sistem içi araçlarla Hz. Peygamber dönemindeki cahili  sistem içi araçlardan benzerlik gösteren ve göstermeyenler hangileridir?
  4. Müslümanların Demokrasiye yaklaşımları nasıl olmalıdır?
  5. Şu an İslam Dünyası’nda -Mısır, Tunus, Yemen, Filistin vb.- Müslümanların demokrasiyle olan ilişkilerini nasıl analiz etmeliyiz?

Öncelikle Devlet ve Sistem kavramlarını farklı değerlendirmek gerekir. Devlet; aynı tarihe kültürel ve örfi geçmişe sahip insan topluluklarının bir arada yaşama arzusundan doğan organize güç, iktidar. Sistem ise bu güç ve iktidarın belli bir maksata yönelik kullanılmasını ifade eder. Dolayısıyla güç iktidar hangi maksada göre kullanılırsa ona hizmet eder.

Bu kadar büyük bir tecrübeden sonra aslında sanki biz Müslümanların devletle alakalı olarak yeniden bir tanıma ihtiyacı var. Devletle olan ilişkimiz veya devlet kavramı zihnimizde nereye oturuyor?  Bunları yeniden tanımlamalıyız. Devletle olan ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Yoksa yirmili yaşlarda söylediklerimizle yetinip devam mı edeceğiz.

TC'nin kuruluş sürecinde ana belirleyici unsur İslam olmasına rağmen gücü eline geçirenlerin bu imkanı laik seküler, ulus temelli bir paradigma için kullanmış olmalarından dolayı İslamcılar devlet ile  sistemi aynileştirerek aslında retoriklerini de bunun üstüne kurmuşlardır. Oysaki, Hz. Yusuf örnekliği de bizlere işaret etmektedir ki, güç, iktidar; insanlığın iğvası, ayartılması, yoldan çıkartılmasına kullanılaca?ğı gibi, insanlığın ihya, islah, ve inşâsı için de kullanılabilir. Dolayısıyla  mücadele edilmesi gereken (otorite, güç, iktidar) devlet değil, bu gücü ifsat eden ifsat ve iğva amaçlı kullanan sistemler olmalıdır.

  Ulus devletlerin sonunun geldiği vasatta ki Dünya'daki birçok entellektüelin değerlendirmeleri de bu yönde,  “devlet” mevcudiyetini laik, seküler ulusçu Kemalist paradigma ile gösteremeyeceğini anladığı için 2002'de AK Parti özelinde İslami rengin ağır bastığı bir tablo oluşmaya başlamıştır.

Panelin bu kısmında Hamza TÜRKMEN ve Fesih KAYA arasında devlet ve sistem tanımı; ulusculuğun tasfiye mi olduğu yoksa seküler temel de bazı revizyonlarla yeni bir pozisyon mu aldığı; AK Parti’nin stratejik öncelikleri konularında karşılıklı bir diyalog ve müzakere oldu.

Daha sonra Fesih KAYA Kemalist devletin mevcutiyetini mevcut paradigma ile devam ettiremeyini anlayınca 2002'de AK Parti özelinde İslami rengin ağır bastığı bir tabloya mecbur kaldığını belirtti. Bu durum bir nevi devletin kuruluş sürecinde İslam’ın oynadığı belirleyici rolün tekrarı gibi durmaktaydı. Ancak birkaç nokta da fark vardı:

  1. Yaşanan onlarca yıllık süreçte toplumun modern değerler çerçevesinde kısmen de olsa şekillendirmiş ve sistem kendini buna göre kurumsallaştırmışt?r. Dolayısıyla Kemalizmin ceberrutluğu yerine daha yumuşak geçişlerin sağlanacağı zeminler oluşturulmak istenmiştir.
  2. İslamcılık yerine Muhafazakarlık  AK Parti özelinde ikame edilmeye çalışılarak sistemi değiştirmeye namzet ?İslamcılık düşüncesi gitmiş, yerine sistemin mevcudiyetini kabul etmekle beraber sembolik dini hayatın muhafaza edilerek modern dönüşümün sağlanmasğna razğ muhafazakarlğk gelmiştir.
  3. Bu süreçte “Muhafazakar Demokrasi” kavramsallaştırması ile dini ritüellerin muhafaza edildiği fakat modern değerlerin de, serbest piyasa ekonomisi, bireyselleşme, özgürleşme, liberalleşme vb. kabullenilerek adeta modern sistemin İslam'la kuvvetlendirilmesi sürecine doğru bir evrilme de yaşanmıştır. İslamcılık bu noktada hem muhafazakarlığın sakat din algısıyla hem de sekülerlikle mücadele etmekle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla bugünün İslamcılarına size, bize yeni bir dil inşaa etme sorumluluğu düşmektedir. Çünkü devlet gücünü kullanan sistem muhafazakarlaşmıştır. Kemalist, ulusçu, sisteme yönelik oluşturulan dil ile bugünün kuşatılması mümkün değildir.

Fesih Kaya, şöyle devam etti: Yine sistem içi mücadele sürecinde ise herhal ve şartta hakkaniyet ve adalet ilkesini prensip edinerek din dilini pratik hayata yeniden ihya etmek için mücadeleyi sürdürmek gerekiyor. Sistem içi mücadelenin sistemi kavileştirme,  muhkemleştirme sürecine evrilmesine fırsat vermemek gerekir ki, bu da oldukça zor bir süreçtir. İşte AK Parti örneğinde ve önceki Milli Görüş Hareketi’nde; RP döneminde bunları yaşadık ve gördük.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da gerçekleşen sosyal patlamaların yine devlet gücünün, ceberrutluğunun  ve insanı onursuzlaştırmasının bir neticesi olduğu unutulmamalıdır. Bu hareketlerde kapsamlı bir dönüşümü gerçekleştirecek bir kadro yapısı Mısır/İhvan dışında görülmemektedir.

Mısır’da bugün yaşananların sebebi İhvan'ın modern değerleri içselleştirmemiş olması  muhafazakarlaştırmayı kabul etmemiş olmasıdır. Bu süreçte İhvan  muhafazakarlaşmaya ve modern dünyaya entegre olmaya zorlanıyor.

Sonuç olarak;  sistem konjonktüreldir, her dönemde değişebilir, İslamcılık ise insan etkinliği olan her yerde İslam’ın değerler sistemini hakim kılmak için verilen mücadelenin adıdır. Dolayısıyla dönem dönem metodik farklılık olsa da varılmak istenen hedefe yürürken, takip edilecek ilke ve prensipler sabittir.

Program gerek konuşmacılarının birbirlerine sordukları sorularla, gerek izleyenlerin katkı ve sorularıyla geç saatlere kadar devam etti.

Şuayp Koytak / Haksöz Haber

Önceki ve Sonraki Haberler