Özgür-Der Türkiye 2007 İnsan Hakları Raporu

Özgür-Der Türkiye 2007 İnsan Hakları Raporu

Özgür-Der Diyarbakır Şubesi 2007 yılında Türkiye’de yaşanan hak ihlallerini raporlaştırarak kamuoyu ile paylaştı. Özgür-Der 2007 hak ihlalleri raporunu ve konu ile ilgili açıklamayı yayınlıyoruz:

Özgür-Der Türkiye 2007 İnsan Hakları Raporu

Her ay basın taraması yoluyla Türkiye'de yaşanan hak ihlallerini kamuoyu ile paylaşan Özgür-Der Diyarbakır şubesi olarak 2007 yılı içinde yaşanan ihlallerden öne çıkanları belirli kategoriler içerisinde ve "toplumsal şahitlik" ile "hukuku'l-ibâd" perspektifiyle değerlendirerek kamuoyuna açıklıyoruz.

İlginize sunduğumuz raporda görüleceği üzere Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri nedeniyle siyasi ve toplumsal açıdan oldukça hareketli ve gergin geçen 2007 yılı, statükonun, kazanımlarını koruma amacıyla baskılarını artırması sonucu hak ihlallerinin, özellikle inanç özgürlüğü ve Kürt sorununa bağlı olarak arttığı bir yıl oldu.

Türkiye'de yaşanan insan hakları ihlalleri genel olarak iki nedene dayanıyor. Birincisi, ideolojik vasfının insanî olanı ezdiği sistemin kurucu felsefesi. Kemalist kadrolar tarafından inşa edilen laik, Kemalist ve ulusalcı kurucu felsefenin insan haklarını dışlayan karakteri Anayasadan uygulama talimatlarına kadar oluşturulmuş olan yasal düzenlemelerin ruhuna sinmiş durumda. AB süreciyle birlikte yapılan görece bir takım özgürlükçü düzenlemelerden, kaşıkla verip kepçeyle alma tarzında geri dönüldü. 2006 yılında çıkartılan yeni TMK ve 2007 yılında çıkartılan Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu geri dönüşün örneklerinden yalnızca ikisi. Görülüyor ki Demoklesin kılıcı gibi toplumun ve siyasetin tepesinde sallanıp duran kurucu felsefe değiştirilmeden bazı olumlu düzenlemelerin yapılması bir sonuç vermiyor.

İkinci neden ise sistemin oligarşik karakteri. Bu özelliği ile sistem bazı kişi, zümre veya kurumlara imtiyaz sağlamakta ve sistemin demokrasi iddiası bu niteliği maskeleyen bir araç olmaktadır. Bu durumda ülke yönetiminde gerçek söz sahibi siyaset kurumu değil, yargı, ordu, bürokratik kurumlar, sermaye, yandaş medya ve yandaş azınlık kitlesi olmaktadır. İmtiyazcılığın yarattığı keyfi uygulamalar inanç özgürlüğü, Kürt sorunu ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda insan hakları ihlallerine, rantçılığa, ülke kaynaklarının yandaş sermayeye peşkeş çekilmesine, toplumun yoksullaşmasına, askeri ve yargısal müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Bu zemin çeteler ve paramiliter yapılanmalar için de bulunmaz bir ortam sağlamaktadır.

27 Nisan tarihinde Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı muhtıra ile yeniden bir balans ayarının yaşandığı 2007 yılında, devlet bağlantılı çetelerin ve kolluk güçlerinin işlediği cinayetlere bağlı olarak özellikle yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere bütün hak kategorilerinde ihlaller yaşandı.

Değerli halkımız ve basın mensupları,

Yaşam hakkından kişi özgürlüğü ve güvenliğine, ifade özgürlüğünden inanç özgürlüğüne kadar birçok alanla ilgili Türkiye'de yaşanan insan hakları ihlallerini ilginize sunduğumuz Türkiye 2007 İnsan Hakları Raporunda açıklamaya çalıştık. Sonraki yılların bu tür olumsuzluklara sahne olmamasını diliyoruz.

Av. Serdar Bülent Yılmaz

Özgür-Der Diyarbakır Şube Başkanı

 

Özgür-Der Diyarbakır Şubesi tarafından hazırlanan raporun tam metni

TÜRKİYE 2007

İNSAN HAKLARI RAPORU

Mart 2008 / Diyarbakır

Her ay basın taraması yoluyla Türkiye'de yaşanan hak ihlallerini kamuoyu ile paylaşan Özgür-Der Diyarbakır şubesi olarak 2007 yılı içinde yaşanan ihlallerden öne çıkanları belirli kategoriler içerisinde ve "toplumsal şahitlik" ile "hukuku'l-ibâd" perspektifiyle değerlendirerek kamuoyuna açıklıyoruz.

GİRİŞ

Türkiye'de 2007 yılı, siyasi ve toplumsal açıdan oldukça hareketli ve gergin geçti. Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin yapıldığı 2007 yılı, statükonun kazanımlarını koruma amacıyla baskılarını artırması sonucu hak ihlallerinin, özellikle inanç özgürlüğü ve Kürt sorununa bağlı olarak arttığı bir yıl oldu.

Türkiye'de yaşanan insan hakları ihlalleri genel olarak iki nedene dayanıyor. Birincisi, ideolojik vasfının insanî olanı ezdiği sistemin kurucu felsefesi. Kemalist kadrolar tarafından inşa edilen laik, Kemalist ve ulusalcı kurucu felsefenin insan haklarını dışlayan karakteri Anayasadan uygulama talimatlarına kadar oluşturulmuş olan yasal düzenlemelerin ruhuna sinmiş durumda. AB süreciyle birlikte yapılan görece bir takım özgürlükçü düzenlemelerden, kaşıkla verip kepçeyle alma tarzında geri dönüldü. 2006 yılında çıkartılan yeni TMK ve 2007 yılında çıkartılan Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu geri dönüşün örneklerinden yalnızca ikisi. Görülüyor ki Damoklesin kılıcı gibi toplumun ve siyasetin tepesinde sallanıp duran kurucu felsefe değiştirilmeden bazı olumlu düzenlemelerin yapılması bir sonuç vermiyor.

İkinci neden ise sistemin oligarşik karakteri. Bu özelliği ile sistem bazı kişi, zümre veya kurumlara imtiyaz sağlamakta ve sistemin demokrasi iddiası bu niteliği maskeleyen bir araç olmaktadır. Bu durumda ülke yönetiminde gerçek söz sahibi siyaset kurumu değil, yargı, ordu, bürokratik kurumlar, sermaye, yandaş medya ve yandaş azınlık kitlesi olmaktadır. İmtiyazcılığın yarattığı keyfi uygulamalar inanç özgürlüğü, Kürt sorunu ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda insan hakları ihlallerine, rantçılığa, ülke kaynaklarının yandaş sermayeye peşkeş çekilmesine, toplumun yoksullaşmasına, askeri ve yargısal müdahalelere zemin hazırlamaktadır. Bu zemin çeteler ve paramiliter yapılanmalar için de bulunmaz bir ortam sağlamaktadır.

27 Nisan tarihinde Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı muhtıra ile yeniden bir balans ayarının yaşandığı 2007 yılında, devlet bağlantılı çetelerin ve kolluk güçlerinin işlediği cinayetlere bağlı olarak özellikle yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere bütün hak kategorilerinde ihlaller yaşandı.

A- YAŞAM HAKKI

Türkiye yaşam hakkı ihlallerinin sıkça yaşandığı ülkelerden biri. Bu durum 2007 yılında da ne yazık ki devam etti. Bu alandaki yoğun ihlallere dair çeşitli sebepler saymak mümkün ancak ihlaller temelde insan yaşamına değer vermeyen, halkını düşman gören "halka rağmen"ci bir ideolojiyle örgütlenmiş olan devlet aygıtının ideolojik karakterinden kaynaklanıyor. Bu yüzden yaşam hakkına yönelik ihlaller yıllar geçtikçe bitmemekte, sadece konjonktüre göre artmakta veya azalmaktadır. 2007 yılında da buna bağlı olarak yaşam hakkı ihlallerinde artış olduğu gözlenmiştir.

Ocak ayında Agos Gazetesi Genel Yayın müdürü Hrant Dink cinayeti ile Nisan ayında Malatya'daki Zirve Yayınevinin basılarak üç misyonerin öldürülmesi, 2007'in en çok konuşulan olaylarından ikisi. Bu cinayetler, toplumda yükseltilen milliyetçi histerinin birer sonucu olarak yaşandı. Bir yandan sürekli, ulusal simge ve kavramların insan hayatından daha değerli olduğu vurgusuyla insanlar ajite edilirken, diğer yandan bu ve benzeri cinayetler devlet içinden bazı kişiler tarafından açıkça teşvik ediliyordu. Olayın vahameti de burada gizli. Yaşananlar ve medyaya yansıyanlar gösteriyor ki bu olaylar sadece ulusalcı kışkırtmalarla işlenmiş alelade cinayetler değil bizzat devletin müdahil olduğu olaylardır.

Şüpheli ölümler, kolluğun aşırı ve orantısız güç kullanmasına bağlı ölümler, yargısız infaz iddiaları ve mayın ve patlayıcılardan kaynaklanan ölüm vakaları, 2007 yılında meydana gelen yaşam hakkı ihlallerinin dikkat çekici başlıklarındandı.

Yapılan bazı yasal düzenlemelerin polisin elini zayıflattığı ve buna bağlı suçta artış olduğu şeklindeki itirazlarla, Ak Partinin, önce Terörle Mücadele Kanununda, sonra da "Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu"nda yaptığı yeni düzenlemeler, kolluğun aşırı güç kullanımında ve buna bağlı olarak yaşam hakkı ihlallerinde gözle görülür bir artışa sebep oldu. Bu konuda akılda kalan örneklerden biri Nijeryalı Festus Okey'in, Beyoğlu Asayiş Şube Müdürlüğü'nce 20 Ağustos'ta gözaltına alındıktan sonra aynı gün sorgu odasında polis kurşunuyla öldürülmesiydi.

Kasım ayında İstanbul Avcılar'da Feyzullah Ete'nin bir polisin göğsüne attığı tekme sonucu ölmesi ve İzmir'de polisin 'dur' ihtarına uymadığı gerekçesiyle Baran Tursun'un (20), kullandığı araca açılan ateş sonucu kafasından vurularak öldürülmesi de uzunca bir süre tartışmalara neden olan yaşam hakkı ihlalleriydi.

Yabancılar Şube Müdürlüğü'ne bağlı Kumkapı'daki 'misafirhanede' intihar ettiği ileri sürülen Polonyalı Daruisz Witek'in ölümü, 4 Haziran tarihinde Çanakkale Emniyet Müdürlüğü'nde hırsızlık iddiası ile gözaltına alınan Hakkı Çangı'nın, gözaltında ölümü ve 'kendini asarak öldürdüğü' iddia edilmesi, İzmir Alsancak Polis Karakolu'nda 6 Haziran'da yine hırsızlık iddiası ile gözaltına alınan E.T adlı kişinin 'kendini asarak öldürdüğünün' ileri sürülmesi, son olarak 13 Haziran'da İstanbul Sarıgazi'de şüpheli olduğu gerekçesi ile gözaltına alınan ve darp edildiği doktor raporuyla belgelenen 24 yaşındaki Mustafa Kükçü'nün 14 Haziran'da tutuklu olarak geldiği cezaevinde ilk gün yaşamını yitirmesi gözaltında yaşanan ölümlerden bir kaçı.

Bu örneklerle birlikte 2007 yılı içinde polisin dur ihtarına uymadığı için 17 kişi öldürüldü. En az bu ihlaller kadar vahim olan durum, öldürme olaylarına karışan kamu görevlileri hakkında idari soruşturma ve adli inceleme açma konusunda gösterilen isteksizlik ve bu durumun suça karışan görevlileri cesaretlendirmesidir.

 2007 yılı içinde faili meçhul cinayetler, şüpheli ölümler ve yargısız infaz sonucu 385 olayda, 376 ölüm vakası gerçekleşmiştir. (2007 Mazlumder Türkiye İnsan Hakları Değerlendirme Raporu)

Ölümler yıllardır süregeldiği gibi hiç kuşkusuz en fazla çatışmalar nedeniyle gerçekleşmiştir. Bölgede yoğunlaşan çatışmalarda 191'i güvenlik görevlisi, 196'sı silahlı örgüt mensubu ve 6'sı sivil olmak üzere 393 insan yaşamını yitirmiş ve 343'ü yaralanmıştır.( İHD Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2007 Yılı İnsan Hakları İhlalleri Bilânçosu )

Diğer yandan doğu ve güneydoğu bölgelerinde süren çatışmalar nedeniyle döşenen mayınların temizlenmemesi mayınlı bölgelere yakın yerleşimlerde can kayıplarına neden olmaktadır. Bir yıl içinde İHD verilerine göre mayın ve serbest patlayıcılardan 9'u çocuk 1'i kadın 15 kişi yaşamını yitirirken 54 kişi yaralandı. Bu kayıplara verilecek örneklerden biri, Siirt'in Pervari İlçesi'nde Belenoluk Köyü Jandarma Karakolu yakınlarında iki arkadaşıyla birlikte gezen 9 yaşındaki Yusuf Aydınalp'ın mayına basarak yaşamını yitirmesiydi.

Kişilerin yaşam hakkı başta olmak üzere tüm haklarını koruma sorumluluğunun ve yükümlülüğünün devlete ait olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Devlet bir an önce konuyla ilgili gerekli yasal düzenlemeleri yapmalı ve suça adı karışan görevliler hakkında adli ve idari soruşturma sürecini başlatmalıdır.

B- DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Yıllardır düzeltilmesi konusunda sürekli sözler verilen ama sahici bir ilerleme sağlanamayan düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engeller 2007 yılında da sorun olmaya devam etti. Yazar Mehmet Pamak, "Kemalizm Laiklik Şehitlik" kitabında dile getirdiği düşüncelerinden dolayı TCK 216. maddeden 15 ay hapis cezası alırken muhalif söylemlerde bulunan birçok düşünce sahibi gazeteci, yazar, yayıncı, aydın, sanatçı ve düşünür de başta 301. madde olmak üzere ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalar nedeniyle çeşitli mahkûmiyetler aldılar. Bir paneldeki konuşmalarından dolayı yazar Mehmet PAMAK ile Öğretmen-Sen başkanı Yusuf Tanrıverdi hakkında TCK 301'den dava açıldı. Kürt–Der sözcüsü İbrahim Güçlü, Prof. Dr. Atilla Yayla, DTP Kars İl Başkanı Mahmut Alınak, aktivist Av. Eren Keskin, Leyla Zana, Agos Gazetesi Yazı İşleri Müdürü ve Hrant Dink'in oğlu Arat Dink ile Agos Gazetesi sahibi Serkis Seropyan ifade özgürlüğü kısıtlanan kişilerden sadece bir kaçı.

Düşünen insanlara karşı düşmanlık modern Türkiye tarihinin kadim problemi olarak varlığını sürdürmektedir. Devletin ve iktidarların muhalif sesleri susturmak için sık sık başvurduğu bir yöntem olarak düşüncenin yasaklanması bu kadar çalışmaya rağmen hala yakıcı bir sorun olarak can yakmaya devam etmektedir. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde kimi olumlu adımlar atılmış olmasına rağmen sorunun devam etmesi oligarşinin direnci yanında hükümetlerin sorunu sahici bir şekilde sahiplenmemesiyle açıklanabilecek bir durumdur.

Hatırlanacağı üzere 90'lı yıllara kadar çok can yakan ve düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki en önemli yasal engeller olan TCK 141, 142 ve 163. maddelerin kaldırılması bir iyi niyet girişimi olmanın ötesinde bir anlam ifade etmedi. Zira bu maddelerin yerine TCK'nin başka maddeleri yargı bürokrasisi tarafından ikame edildi. Bu bağlamda kaldırılan 163. madde yerine aynı yasada bulunan 312. madde yeniden keşfedildi. Hali hazırda mevcut yeni TCK'de bu madde 216. madde olarak yerini koruyor.

Düşünce ve ifade hürriyeti önünde var olan birçok yasal engelin yanında ulusalcı karakteriyle öne çıkan ve adeta bu alanda bir sembol haline gelen 301. madde ile birlikte düşünce ve ifade özgülüğünü kısıtlayan Terörle Mücadele Yasasında 7. ve TCK 220/8, 215, 216, 288. maddeler bir an önce yürürlükten kaldırılmalı ve ifade özgürlüğünün önü açılmalıdır. Yanı sıra değişimin uygulamada "muhafazakâr yargı" engeline takılmaması için de çeşitli adımların atılması ve bu hususlar yargının takdirine bırakılmamalıdır.

Öte yandan devlet, dokunulması yasak olan "kutsallar"ından arındırılmadıkça bu kutsalları korumak için kaldırılan yasaların yerini yenileri alacak böylece düşünceyi ifade özgürlüğü de gerçek anlamıyla sağlanmış olamayacaktır.

Bu bağlamda 22 Temmuz seçim vaadi olarak öne çıkarılan sivil anayasa çalışmaları ileri bir adım olmakla birlikte, Kemalizmi aşabildiği oranda işlev görecektir. Kaldı ki birçok kurumu, kuralı ve teamülüyle hak ve adaletten uzak bu mevcut sistemin köklü bir şekilde revize edilmesi öncelikli bir ihtiyaç olarak görülmektedir.

C- ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ

Türkiye'de 2007 yılı, Kürt sorunu çerçevesinde DTP yönetici ve üyeleri ile bağlı belediyelere, Hak-Par yöneticilerine, İLKAV örneğinde resmi ideoloji muhalifi sivil örgütlere, her türlü sivil toplum örgütü üye ve yöneticileri ile mesleki örgütlenmelere yönelik soruşturma, davalar, mahkûmiyetler ve çeşitli baskılarla geçti.

2007'de 13 siyasi parti ve dernek hakkında kapatılma davası açıldı, 105 siyasi parti/dernek/sendika da baskına uğradı. (İHD 2007 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu Değerlendirmesi, 23.2.2008)

1- Sendikalar

Sendikalara yönelik kapatma davaları, sendika üyeliği ya da yöneticiliği nedeniyle gözaltı, tehdit, baskı ve işkenceye maruz kalınması, sendikalı çalışanların ayrımcı muameleye tabi tutulması, sendikaların kendi aralarında örgütlenmelerine yönelik yasal ve bürokratik engeller, etkinliklerin yasal veya fiili olarak engellenmesi sendikal örgütlenme açısından son derece vahim bir tablo oluşturmaktadır.

Bu yıl da sendikalı oldukları için yüzlerce çalışanın iş akitleri feshedildi ve çalışanlar istifaya zorlandı. Diğer yandan yapılan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde işverenin uzlaşmaz tavrı nedeniyle çoğunlukla anlaşma sağlanamadı ve stratejik kuruluşlardaki grevler yasalara aykırı bir şekilde işverenler tarafından kırıldı.

Hakkında İçişleri Bakanlığı'nca kapatma davası açılan Emekli-Sen, önce dava düşse de daha sonra 9 Ekim 2007 tarihinde Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından kapatıldı. Anayasa'nın 51. maddesinde sendika kurabileceklerin içinde emekliler kelimesinin geçmemiş olmasını, emekliler sendika kuramaz şeklinde yorumlayan ve kapatmaya dayanak yapan mahkemenin bu tavrı yeni bir hukuk skandalı olarak tarihe geçti. 

Sendikaların sürekli gündemini meşgul eden Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasa Tasarısı'na karşı yıl boyunca mücadele yürüten kamu çalışanlarının tepkileri sonucu daha önce Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen yasa, bu yıl iki defa ertelendi. Yasanın 2008'de yürürlüğe gireceği açıklandı.

Her alanda hak gasplarının yoğun olarak yaşandığı 2007'de emekçiler de yaşanan olumsuz tablodan nasibini alarak açlık sınırının altındaki ücretlerle yaşam mücadelesi vermeye devam etmektedir.

2- Sivil Toplum Örgütleri

2007 yılında da dernek ve vakıflar çeşitli baskı ve engellemelerle çok sık karşılaştı. Bu baskılar genellikle toplantı ve etkinliklerin engellenmesi, STK bina ve eklentilerine baskınlar yapılması, idari kararlarla faaliyetlerin durdurulması, kapatma davaları, yönetici veya üyelere dernek faaliyetleri nedeniyle baskı ve soruşturmaların olması, bazı meslek gruplarının dernek kurması ya da belli derneklere üye olması önündeki yasal ve idari engeller, kişilerin belli örgütlere üye olmamasından dolayı kötü ya da ayrımcı muameleye maruz kalması şeklinde gerçekleşti. Baskılardan en fazla İslami hassasiyeti olanlar, insan hakları alanında çalışan dernekler ile Kürt sorunu konusunda duyarlılığı ile bilinen sivil örgütlenmeler oldu.

Bu bağlamda baskıya uğrayanlardan biri de İLKAV'dı. Ankara'da faaliyet yürüten İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)'a, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 5 Aralık 2006 tarihinde yapılan "Resmi İdeoloji Kıskacında Eğitim Sistemi ve Din Eğitimi" konulu bir panelden dolayı kapatma davası açıldı. Eğitim sorunlarının tartışıldığı bir panelde yapılan konuşmalar gerekçe gösterilerek İLKAV'a açılan kapatma davası, sistemin keyfi ve hukuk dışı uygulamalarının yanı sıra İslami kimlikli muhalefete karşı tahammülsüzlüğünün de göstergesi olması açısından özellikle anılmayı hak ediyor.

Baskıyla karşılaşan derneklerden biri de İnsan Hakları Derneği. 19 Aralık 2000'deki onlarca mahkûmun ölmesine neden olan Hayata Dönüş operasyonunun 5'inci yıldönümünde basın açıklaması yapan İHD Adana Şube Başkanı Ethem Açıkalın ve yöneticiler Hüseyin Beyaz ile Mustafa Balçiçek Haziran ayında bir yıl hapis cezası alması İHD'nin maruz kaldığı baskılardan sadece bir örnek.

Aynı şekilde karşılaşılan baskılara şu örnekler de eklenebilir: Ocak ayında Genel Sağlık Sigortası'nı protesto mitinginde "yasadışı slogan atmaktan" yargılanan Ezilenlerin Sosyalist Platformu üyesi yedi kişi hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi toplam 31,5 yıl hapis cezası verildi.

Kasım ayında HAKPAR liderinin tutuklanmasına tepki gösteren Mazlumder Urfa Şube başkanı Mustafa Arısüt gözaltına alındı.

Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu tarafından Nisan ayında yapılan "Özgürlük Yürüyüşü" polis tarafından engellendi ve katılımcılar darp edildi.

Nisan ayında KESK, Eğitim-Sen, Birleşik Taşımacılık Sendikası, Yapı Yol-Sen ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası başkanlarının da bulunduğu 11 kişi 24-25 Kasım 2006'da yapılan eğitimci yürüyüşüne katıldıkları için birer yıl 3'er ay hapis ve 407'şer YTL adli para cezasına çarptırıldı.

Şanlıurfa'da, Mayıs ayında Genelkurmay Başkanlığının açıklamalarına tepki göstermek amacıyla basın açıklaması yapan Mazlum-Der, TMMOB, DİSK, İHD, Hukukçular Derneği, KESK ve Ruha-Der aleyhinde "Devletin askeri kuvvetlerini alenen tahkir" iddiasıyla soruşturma başlatıldı.

3- Siyasi Partiler

Siyasi partiler kimi zaman sivil siyaseti vesayet altında tutmak isteyen güçlerin kimi zaman da milliyetçi kışkırtmalara kapılan zümreler ile kolluk ve yargının baskısıyla karşılaştı. Bu bağlamda kapatma davalarının açıldı, parti yöneticilerine ve üyelerine yönelik baskılar oldu. Diğer yandan resmi makamların siyasal partiler arasında ayırım yaptığı gözlendi. 2007 yılı boyunca özellikle Kürt sorunu ekseninde DTP ve kurumları üzerindeki baskılar artırıldı.  Yöneticileri hakkında çok sayıda soruşturma ve dava açıldı, birçok üyesi ve yöneticisi tutuklandı. 22 Temmuz seçimlerinde Meclis'e giren DTP'ye PKK'yi terörist ilan etmeleri için baskı yapılırken bu yolla kurulan PKK-DTP özdeşliği DTP genel merkezinin 3 kez silahlı saldırıya uğramasına, çeşitli il, ilçe ve belde binalarının saldırılara maruz kalmasına neden oldu. Bu arada partinin eşbaşkanı Nurettin Demirtaş tutuklandı ve parti hakkında kapatma davası açıldı.

2007 başlarında DTP'li Sur belediye meclis üyelerinin belediye hizmetlerinin Türkçe'nin yanı sıra Kürtçe, Süryanice ve İngilizce verilmesi yönündeki kararları çok tepki aldı ve İçişleri Bakanlığı "çok dilli belediyecilik" kararını incelemeye aldı. Bu soruşturma devam ederken Diyarbakır Cumhuriyet başsavcılığı da bir soruşturma başlattı. DTP'li Diyarbakır Sur Belde Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın başkanlığı düşürüldü, belediye meclisi feshedildi.

O dönemde DTP eşbaşkanlığını yürüten Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un "Türkiye çapında Kürtçe bildiri dağıttıkları" gerekçesiyle, Siyasi Partiler Yasası'na muhalefet ve TCK'nin "suçu ve suçluyu övme" fiilinden 1 yıl 6'şar ay hapis cezasına çarptırılması, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, 28 Şubat'ta yapılan DTP 1. Olağanüstü Kongresi'ne ilişkin, parti yönetimi ve divan kurulu üyeleri hakkında soruşturma başlatması, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın DTP'li 54 Belediye Başkanı hakkında, İmralı'ya bağımsız bir heyet gönderilmesini istedikleri için örgüt propagandası yaptıkları iddiasıyla soruşturma başlatması, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının, Newroz kutlamalarındaki konuşmaları dolayısıyla DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve DEP eski Milletvekili Leyla Zana hakkında inceleme başlatması, Cizre Belediye Başkanı DTP'li Aydın Budak'ın, Newroz kutlamalarındaki konuşması nedeniyle tutuklanması, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı Diyarbakır Newroz kutlamalarına davet eden davetiyelerde Kürtçe kullandığı gerekçesiyle üç ayrı inceleme başlatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın DTP'nin, ''devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı haline geldiği'' iddiasıyla ''temelli kapatılması'' istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde dava açması, 8'i milletvekili 221 DTP'liye de siyasi yasak ve üyeliklerin iptal edilmesinin istenmesi, Org. Doğan Güreş'in DTP için "Söyledikleri her söz suçtur" ifadesinin sistem tarafından oldukça benimsendiğini ve buna bağlı olarak hukukun uygulanmasında ne kadar keyfi ve ayırımcılıkta ne kadar ısrarcı davranıldığını göstermektedir.

Diğer yandan Hak-Par 1. Olağan Kongresi'nde Kürtçe konuştukları ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderdikleri için Siyasi Partiler Kanunu'na muhalefet ettikleri gerekçesiyle yargılanan 13 parti yetkilisi, 6 aydan bir yıla kadar değişen çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı.

Sivil siyaseti ve siyasi iradeyi baskı altına alan bu durumların hedefinde ise Ak Parti vardı. Bu bağlamda gerçekleşen 27 Nisan muhtırası ve anayasa mahkemesinin 367 kararını AK Partiye sistem tarafında uygulanan bir baskı olarak görmek gerekiyor.

4- Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü

Gösteriler sırasında polisin orantısız güç kullanması, şiddet içermeyen toplantı ve gösterilerin engellenmesi, bazı gösterilerin yasaklanması, resmi mercilerin, bazı kesimlerin yapacağı toplantı veya gösterilerin yapılacağı yer konusunda çifte standartlı davranması toplantı ve gösteri özgürlüğü konusunda öne çıkan ihlallerdir. 1 Mayıs'ı kutlamak için İstanbul Taksim Meydanı'na çıkan gruplara karşı, polisin biber gazı ve orantısız güç kullanması yüzlerce kişi yaralanmıştı ve 1000'den fazla kişi de gözaltına alınmıştı.

Newroz kutlamaları için bir araya gelen göstericilere müdahale edilmesi sonucu, İçişleri Bakanlığı'nın açıklamasına göre; 49 ilde toplam 431 kişi gözaltına alındı. Temmuz ayında ise Ankara'da Meclis önünde gösteri yapmak isteyen 300 kişilik gruba polis biber gazı ve copla müdahale etti. 37'si çocuk 157 kişi dövülerek gözaltına alındı.

Bu sayılan örnekler sivil toplantı ve gösterilerin hemen her zaman kolluğun sert müdahalesiyle karşılaştığını gösteriyor. Kolluğun müdahale hevesi her seferinde gösterileri provokasyona açık hale getirmekte ve her gösteriyi bir meydana savaşına çevirmektedir.

İhlaller sadece gösterilere haksız müdahale ile sınırlı kalmadı. İdari yasaklamalar da toplantı ve gösteri özgürlüğü önünde önemli bir engel olarak öne çıktı. Diyarbakır'da, 4 Mart tarihinde düzenlenmesi planlanan "Kerkük Konferansı"nın valilikçe yasaklanması bunun bir örneği. Yasaklama, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 17. maddesine dayandırıldı. Söz konusu kanunun ilgili maddesinde "Valilik suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde yasaklayabilir" deniyor. Bir konferansta nasıl bir suç için nasıl bir yakın ve açık tehlike olabilir ki?

Türkiye'de hâkim militarist anlayışın sonucu olarak ortaya çıkan çarpıklıkları konuşmak ve bunları protesto etmek isteyenlere karşı sert müdahalelerde bulunulurken, kimi sistem destekli gruplar tarafından tertiplenen provakatif eylemler ise desteklendi. Bu minvalde 16 Kasım'da Diyarbakır'da, Mustafa Kemal'in şehre gelişinin 70. yıldönümü vesilesiyle askerler şehir merkezinde "tek millet, tek bayrak, tek dil" sloganlarıyla yürütüldü.

Örgütlenme özgürlüğü,  gerek mevzuatın yasakçılığı destekler mahiyette olması veya ilgili kanun maddelerinin hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönünde yorumlanması, gerekse idarenin keyfi ve ayırımcı muameleleri nedeniyle 2007 yılında da ihlallerin yaşandığı bir alan olmaya devam etmiştir. Daha çok muhalif kesime yönelik olarak sürdürülen baskılardan da ayrımcılıktan da vazgeçilmeli, hak ve özgürlükler herkes için ve her alanda korunmalıdır.

D- İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VE BAŞÖRTÜSÜ

1967 yılında Hatice Babacan isimli bir ilahiyat fakültesi öğrencisinin başörtülü olarak üniversite eğitimi almak istemesiyle Türkiye gündemine giren başörtüsü sorunu, belli dönemlerde kesintiye uğrasa da 28 Şubat süreci ile beraber uygulama alanı genişledi ve 2007 yılında da devam etti. Müslümanlar için Allah'ın emri ve Müslüman kadın kimliğinin vazgeçilmez bir parçası olan başörtüsü üzerinden, İslami kimliğin sosyal yaşantıda görünürlüğüne yönelik yasaklamalar toplumun değerleri hiçe sayılarak uygulandı.

Toplumun mukaddes gördüğü değerler üzerinden siyaset yapma geleneği 2007 yılında da bozulmadı. Mevcut hükümet, başörtüsü sorununda toplumsal mutabakat ve uzlaşma diye temel hak ve özgürlükler hususunda hiçbir değeri olmayan bir yöntemi dillendirerek yıllarca halkı oyaladı. Başörtüsü sorunu toplumsal mutabakat arayışları içinde ve hizmet alan-hizmet veren ayırımı üzerine kurulu bir kısmi çözüm / kısmi özgürlük yoluyla çözülmek (!) istenirken laikçi kesim yasağın kalkmasının üniversitelerde kutuplaşmaya ve başı açıklara "mahalle baskısı" neden olacağı şeklinde hayali çatışma senaryoları üreterek karşı çıkışını sürdürdü. Hatta bu temelsiz itirazları temellendirmek için provokasyonlardan da geri kalmadı. Bu bağlamda mahalle baskısının yoğun olarak tartışıldığı günlerde Şişli'de üçü erkek, ikisi kız, beş kişilik bir grup, 18–19 yaşlarında başörtülü bir kıza saldırdı. Genç kızdan başörtüsünü çıkarmasını isteyen saldırganlara Fenerbahçe Kulübü Disiplin Kurulu Başkanı Avukat Tuncer Erdoğan müdahale etti. Polisin ve çevredeki özel güvenlik görevlilerinin seyrettiği olayda Erdoğan, başörtülü kızı saldırganların elinden bir araca bindirerek kurtardı.

Bu yıl yasakla birlikte yasak karşıtı protestolar da sürdü. Ancak bu protestolar zaman zaman polisin sert müdahaleleriyle karşılaştı. Müdahale edilen eylemlerden öne çıkanı Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu tarafından 14 Nisan 2007 günü tertip edilen "özgürlük yürüyüşü"ydü. Türkiye'nin birçok yerinden katılımla tertip edilen  "Özgürlük Yürüyüşü" daha önce izin alınmış olmasına rağmen polisin sert müdahalesine sahne oldu. Katılımcıları coplayan polis, aralarında çok sayıda kadın ve çocuk bulunan topluluğa biber gazı sıktı ve birçok kişiyi gözaltına aldı.

14 Nisan'daki bu eylemde polisin tutumu, temel insan haklarına, özellikle de ifade ve örgütlenme hürriyetine aykırılığı ile aslında bu ülkede uygulamada hiçbir şeyin değişmediğinin de bir göstergesi oldu.

2007 yılının en önemli gelişmelerinden biri de tarihe e-muhtıra olarak geçen Genelkurmayın gece yarısı bildirisi idi. Burada sayılan gerekçelerden biri de her zamanki gibi irtica ve onun simgesi olarak görülen başörtüsüydü. Genelkurmay bildirisinde yer alan Denizli'deki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleriyle ilgili soruşturma açıldı. Vali yardımcısına yazılı uyarı cezası verildi, sorumlu görülen görevliler hakkında çeşitli idari cezalar uygulandı. İnceleme sonucunda Denizli'de, Bereketler Camii imam hatibi Hasan Koç'a programda yer almadığı halde yetkililerden talimat ve izin almaksızın çocuk ilahi grubuna yer verdiği için kusurlu davranıştan "kınama" cezası verilirken Tavas ilçe müftüsü Duran Turgut da 1 yıl kademe ilerlemesinin durdurulmasıyla cezalandırıldı.

Askerin müdahalesi bildiri yayınlamayı çoğu kez aşıp fiili müdahalelere kadar vardı. Adana Kozan'da 24 Kasım Öğretmenler Günü vesilesiyle düzenlenen kompozisyon yarışmasında birinci olan imam hatip öğrencisi Tevhide Kütük, belediye binasında yapılan törende birincilik ödülünü alamadan kürsüden indirildi. Öğretmen ve velilerin gözleri önünde garnizon komutanı tarafından başörtülü olduğu gerekçesiyle indirilen Tevhide Kütük gözyaşlarına boğulurken başörtüsü tahammülsüzlüğün geldiği nokta, vahim bir örnekle hafızalara kazındı.

         Biten yılın ardından zihinlerde kalan önemli gelişmelerden bir diğeri ise üniversitelerde başörtüsü yasağının, başlarını açmamak için peruk takan öğrencileri de kapsamasıydı. Gazi Üniversitesi ile Sütçü İmam Üniversitesi, peruklu öğrencilerin derslere girmesini yasakladı.

Eylül ayında okulların açılması ile beraber kartel medyası da gizli kameraları ile iş başı yaptı. Okullarda başörtülü avına yeni boyutlar kazandıran bu uygulamalarda aynı zamanda namaz kılan öğrenciler de fişlenmeye çalışıldı. Daha ilginç olan ise bu görüntülerde okulda namaz kılan öğrencilerin, adeta esrar partisi veriyormuş gibi gösterilmesiydi. Bu da medyanın toplumun değerlerinden ne kadar uzak olunduğunun bir kanıtı olarak hafızalara kazındı.

2007 yılı başörtüsü sorununa çözüm üzerinde sıkça konuşulan bir yıl oldu. Anayasa üzerinden bir değişiklik ile ilk kez bu kadar net bir şekilde gündeme gelen çözüm önerileri, maalesef hizmet ayırımı kriterine takıldı. Hayatın üniversiteler dışındaki diğer alanlarını görmezden gelen ve Müslümanları ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyi amaçlayan bu tarz sınırlı bir özgürlük anlayışı sahici bir çözüm olmaktan oldukça uzak görünüyor.

Kemalist laikçi anlayış inanç özgürlüğü konusundaki yasakçı ve baskıcı tavrını sadece başörtüsü konusunda göstermiyor. İnancının yaşama dönük her türlü yansımalarına karşı olan bu zihniyet toplum üzerinde acımasız bir baskı kuruyor. Bunun örneklerinden biri 2007'nin Aralık ayında İstanbul Habipler'deki Mehmet Emin Mescidinde yaşandı. Gece vakti mescidi basan jandarma, yatsı namazı sonrası sohbet dinleyen 110 kişilik grubu jandarma karakoluna götürerek Atatürk hakkında sorgulamaya tabi tuttu. Terörist muamelesine maruz kalan cemaat, otobüslere doldurularak silahlı askerlerin gözetiminde götürüldükleri karakolda sabah saatlerine kadar sorgulanıp sonrasında tümü sabaha karşı serbest bırakıldı.

Bu olay, mescidleri suç mahalli, cemaati de potansiyel suçlu konumunda algılayan zihniyetin inanç düşmanlığının giderek sınır tanımaz bir hal alışını ortaya koyuyor.

Türkiye'de yaşayan gayr-i Müslim azınlık da devletin ulusalcı ve adaletsiz yapısından nasibini alıyor. Devlet dilinin körüklediği faşist ulusalcı zihniyet bu kez de kanlı bir şekilde Malatya'da boy gösterdi. Malatya'da Zirve Yayıncılık adlı Hıristiyan misyonerlere ait bir işyerinde biri Alman uyruklu, üç kişi boğazları kesilerek katledildi. Hıristiyanlıkla ilgili kitap, broşür ve CD dağıtan yayınevine saldıran beş kişinin kolluktan bazı kişilerle ilişkisi olduğu iddiaları kadar, devlet eliyle yürütülen ve tüm ülkede patolojik bir hal alan ulusalcı kışkırtmaların olaydaki etkisi yöneticilerin sorumluluğu açısından oldukça önemli.

E- EĞİTİM HAKKI

2007 yılı, birçok alanda olduğu gibi eğitim alnında da hak ihlalleriyle geçti. Resmi ideoloji, okul öncesi süreçle başlayan ve üniversiteyi de kapsayan eğitim öğretim sürecinde kendi eğitim sisteminin uygulanması için her yolu mubah sayan anlayışını 2007 yılı boyunca devam ettirdi. Kemalist ve laik egemen güç, resmi eğitim sistemi üzerinden çocuklarımızı kılık kıyafetlerinden düşünce dünyalarına kadar tektipleştirme çabalarına devam etti ve bu uğurda her türlü baskıyı uygulamaktan da çekinmedi. 28 Şubat sürecinin etkileri ve mevcut hükümetin güç odakları karşısındaki yaranmacı ve kararlı olmayan tutumu 2007 yılında eğitim alanında ciddi hak ihlallerinin yaşanmasına ortam hazırladı.

İnsanın en doğal haklarından biri de kendi çocuklarını istediği gibi bir eğitim sürecinden geçirmesi ve yetiştirmesidir. Bu bağlamda çocuklarımızın nasıl bir eğitim alması gerektiği konusunda devletin değil ailelerin söz sahibi olması acil bir ihtiyaç olarak kendini dayatmaktadır. Aileler çocuklarının kendi inanç ve değerlerine bigane veya düşman olarak yetişmesine haklı olarak karşı çıkmaktadır. Oysa devlet Kemalist laik ideolojik karakteriyle, Müslümanların da diğer kesimlerin de inanç ve değerlerine saygı göstermeyen, sisteme kayıtsız şartsız itaat edecek bireyler yetiştirme peşinde. Bu politikasıyla ne Sünnileri, ne Alevileri, ne de diğer inanç topluluklarını memnun etmektedir.

Bu durum etnik topluluklar için de geçerlidir. Devletin ulusçu yapısı gereği toplumun etnik ve kültürel çoğul yapısı dikkate alınmadan tüm topluma asimilasyonist tek tip bir eğitim uygulanmaktadır. Bu yolla fikrî ve moral özellikleri ideolojik devlet tarafından belirlenmiş bireylerden müteşekkil homojen bir toplum oluşturulmak istenmektedir.

Okul öncesi eğitimden başlayarak tüm çocuklara Kemalizm ve Türklük propagandası yapılmakta ve çocukların beyinleri yıkanmaktadır. Çocuklara her sabah zorla bir tür Türklüğe ve Kemalizm'e bağlılık andı okutulmaktadır. Türk olmayanların "ne mutlu Türküm diyene!" şeklinde kendini inkârı istenen bu gayr-i insani tutum terk edilmelidir. Bu bakımdan ebeveyn, çocuğunun, asla kabul etmediği bir ideolojik eğitim sisteminden geçerek reddettiği bir ideoloji ve ahlakla kurgulanmasına karşı çıkma hakkına sahiptir. Bu nedenle toplumun kendi anlayışına uygun eğitim kurumları açmasına olanak sağlanmalıdır. Diğer yandan da çok dilli eğitim uygulamasına geçilerek asimilasyon politikaları terk edilmelidir. Bu bağlamda farklı anadillerde eğitim olanağı sağlanmalıdır.  

Gençler arasında uyuşturucunun yaygınlaşması, şiddet, tecavüz gibi eğilimlerin artmasının nedeni olan bu resmi ideolojik eğitim seküler-pozitivist karakteri nedeniyle ahlaki değerleri yadsımakta, militarist katı ideolojik yapısı ile de gençlerin şahsiyetini öğütüp, aklını iğdiş etmekte ve dogmatik bir itaati benimsetmektedir. Eğitimin militarist yönünün en bariz göstergesi ise okullardaki milli güvenlik dersleridir. Apoletlilerin girdiği bu derslerde öğrenciler askeri bir itaate zorlanmakta, öğrencilere zorla militarist zihniyet empoze edilmektedir. Diğer yandan okullarda milli güvenlik derslerine giren subaylar özellikle imam hatip liselerinde kız öğrencilerin başını zorla açtırmakta bu öğrencilerin sınıflarda başını örtmesine izin veren yöneticiler ile öğretmenler üzerinde baskı kurmaktalar. 

Yukarıda anılan Tevhide Kütük olayı da eğitimin ne kadar militarist bir düzeyde ve ideolojik bir tarzda yürütüldüğünün çarpıcı bir örneği.

2007 Öğrenci Seçme Sınavında başörtülü öğrenciler yurt çapında sınava alınmadı. Yasak daha da genişletilerek açık lise sınavlarında da uygulandı.

Baskıların en yoğun yaşandığı yerler şüphesiz üniversitelerdi. YÖK' ün ideolojik ve keyfi tutumu da birçok eğitim hakkı ihlalinin yaşanmasına sebep oldu. Bazı üniversitelerin denkliğinin iptal edilmesi bu üniversitelerden mezun olanları mağdur etti. Fahri Lazoğlu bunlardan biriydi. Diploması geçersiz sayılan Lazoğlu, yeniden askere çağırıldı ve öğretmenlik hakkı da elinden alındı. Üniversitelerin kışla zihniyetiyle yönetilmesine devam edildi. Farklı inanç ve düşüncelerin bir çeşitlilik ve zenginlik olarak yaşanması gereken üniversitelerde her muhalif hareket ya öğrenciler hakkında soruşturmalar açılması ya da okuldan uzaklaştırma yöntemiyle bastırıldı. İnanç ve düşünce özgürlüğünün kalesi olması gereken üniversiteler, resmi ideolojinin militarist kaleleri gibi iş gördüler.

İnönü üniversitesi rektörlüğü öncülüğünde birçok üniversite cumhuriyet mitingleri için çalıştılar, sınavlar ertelendi, öğrenciler otobüslerle miting alanlarına taşındı. Mitinglere katılmayan öğretim görevlileri ve öğrenciler fişlendi. "Kiminle ne konuştuğunuzu sesli olarak biliyorum." diyerek öğretim üyelerini tehdit eden Gazi Üniversitesi Rektörü Kadri Yamaç'ın YÖK tarafından suçsuz bulunması oldukça dikkat çeken bir karardı. Mersin Üniversitesi'nde Kürtçe şarkı söyleyen ve halay çeken 39 öğrencinin okuldan atılarak eğitim haklarının gasp edilmesi bir başka hak ihlaliydi.

Toplumun ihtiyaç duyduğu vasıflı, nitelikli bireyler yetiştirmesi gereken, farklı inanç ve düşüncenin kendini ifade edebildiği özgürlük alanları olması gereken üniversitelerin, Kemalist ve laik ideolojiye nasıl kurban edildiğini geçen yıl bir kez daha gördük. Bilimsel sıralamada dünyada ilk beş yüze giremeyen, çeşitli korku, baskı ve fişlemelerin hâkim olduğu, uniform zihniyetle kışlaya çevrilen üniversitelerin, toplumu yarınlara taşıyan kurumlar olma misyonundan uzaklaştırıldıklarına şahit olduk.

Her insan, kendi inanç ve değerlerine göre eğitim görme hakkına sahiptir. Ailelerin de çocuklarını kendi inanç ve değerlerlerine göre eğitme ve terbiye etme hakkı vardır. Bu bağlamda Özgür-der olarak eğitim özgürlüğü önündeki tüm engellerin, yasakların ve okullardaki ideolojik militarist dayatmaların kaldırılması gerektiğini düşünüyor, bu gerekliliği gündemleştirmek ve alternatif eğitim taleplerimizi yüksek sesle dile getirmenin de Müslüman olmamızın bize yüklediği bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz.

F- CEZAEVLERİ VE ALIKONULMA MERKEZLERİ

Cezaevleri, evrensel ölçekte her zaman işkencenin, kötü muamelenin ve hak ihlallerinin en yoğun yaşandığı yerler olmuştur. Cezaevlerinin toplumun görüş alanının dışında ve sivil gözlemden uzak yerler olması, infaz memurlarının ekstra cezalandırma yollarına başvurmaları ve hatta mevcut haliyle tutsak ve mahkûmların yaşam hakkının otoritenin inisiyatifine bırakılması, ağır hak ihlallerine yol açma riskini arttırmaktadır.

Bir insanın hapsedilerek özgürlüğünden yoksun bırakılması zaten bir cezadır. Ağır ve keyfi disiplin cezalarına çarptırma ve tecrit uygulamaları ile ekstra cezalandırma uygulaması adil değildir. Bir insanın herhangi bir suç dolayısıyla mahpus olması haklarının olmadığı anlamına gelmez. Suçlunun ıslahını sağlayacak bir cezalandırma yöntemi olarak düşünülen hapis cezaları bu amacına uygun fizikî ve teknik şartlarda yerine getirilmelidir. Oysa cezaevleri bugün zulüm merkezlerine dönüşmüştür. Diğer yandan cezaevleri uygulamada ıslah yerine ifsad etmektedir. 2007'de yaşanan ihlallere baktığımızda suçlunun ıslahından önce cezaevlerinin ve infaz yasasının acilen ıslahı gerektiği görülecektir.

Gerek mahkûm gerekse de tutuklu açısından alıkonulmada ihlal, şüpheli daha kollukta iken başlamakta görevi şüpheliyi adalet önüne çıkarmak olan kolluk, infaz memuru gibi davranarak şüpheliyi kendi yöntemleriyle cezalandırma yoluna gidebilmektedir. Şüpheli bu nedenle karakollarda kolluk tarafından psikolojik ve maddi işkenceye ile kötü muameleye uğramaktadır. İşkence kimi zaman şüpheliye suçlamayı kabul ettirmek veya delil toplamak için de yapılabilmektedir.

İşkence ve kötü muamele gözaltı ve sorgu sürecinden sonra bitmemekte, cezaevinde de devam etmektedir. Bu anlamda cezaevleri adeta devletin intikam alma merkezleri gibi işlev görmektedir. Her ne kadar eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek "bizim cezaevlerimiz Avrupa'dakilerin çoğundan üstün. Bizimkiler Devlet Konukevi gibi!" dese de cezaevleri ile ilgili birtakım sivil toplum örgütlerinin tuttuğu gözlem raporları, cezaevlerinden insan hakları örgütlerine yapılan başvurular, tutuklu yakınlarının yaşadıkları sıkıntılar ve basına yansıyan haberler söz konusu "Devlet Konukevinde!" çok ciddi ihlaller oluğunu göstermektedir.

Türkiye'de cezaevlerini denetleyen mekanizmalar tarafsızlık ve bağımsızlık ölçütlerine uygun değildir ve söz konusu mekanizmalar hak ihlallerinin önlenmesi, mahpusların haklarının önündeki engellerin kaldırılması yönündeki ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır.

Tutukevi ve cezaevleri de dâhil olmak üzere her türlü alıkonulma yerinin bağımsız izleme kurulları yanında sivil toplum örgütlerine de sistemli ziyaret, gözetim ve denetim yapabilmeleri için gerekli altyapı oluşturulmalı ve cezaevlerinde şeffaflık sağlanmalıdır. Ancak şimdiye dek hükümetin bu konuda kayda değer bir çabası da bulunmamaktadır.

Hatta Adalet Bakanlığı'nın seçimden sonra ilk icraatı milletvekillerinin cezaevlerini ziyaret ve mahkûmlarla görüşme hakkına sınırlama getirmek oldu. Sınırlama sadece örgüt ve terör suçlarıyla sınırlı tutulmayıp düşünce suçları da sınırlamaya dâhil edildi.

DTP'li milletvekillerinin Öcalan'ı ziyaret etmelerini engellemek amacıyla alelacele yapılan bu değişiklik ile sadece Öcalan değil diğer tüm siyasi mahkûmlar da olumsuz etkilenmiş olacak. Bu da cezaevlerinde birçok insanlık dışı uygulamanın gizlenmesine ve keyfi uygulamaların artmasına neden olacaktır.

1- Cezaevi Sayısında Rekor Artış

Cezaevlerinde doluluk oranı Cumhuriyet tarihinin en yüksek değerine ulaşmıştır. 12 Eylül döneminde 80 bin olan cezaevleri 2007 sonunda 90 bine ulaşmıştır. 70 bin olan kapasite 90 bine çıkarılmasına rağmen mevcut cezaevleri yetersiz kalmaktadır.

Okul açar gibi çeşitli tip ve kapasitelerde cezaevleri açılmaktadır. Nüfus ile oranlandığında cezaevi sayısının çok yüksek olması sistemin ne kadar çok ve hızlı suçlu ürettiğini göstermesi açısından anlamlıdır. Kimi cezaevlerinde kapasitenin üç katı mahkûm kalmakta ve bu mahkûmlar vardiyalı bir şekilde uyumakta, bazı cezaevlerinde aralara ve merdiven altlarına yatak serilerek çok ilkel koşullarda kalınmaktadır.

2- Delil Bırakmayan İşkence Yöntemi: Tecrit

F tipi cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin fiziksel sosyal ve ruhsal bütünlüğünü tehdit eden tecrit uygulaması devam etmektedir. F tipi cezaevlerinde tecrit koşullarının sonlandırılması ve dolayısıyla tecridin mahpuslar üzerindeki etkilerinin ortadan kaldırılması amacıyla Av. Behiç Aşçı ölüm orucuna başlamıştı. Bununla beraber oluşan kamuoyu baskısı sonucunda Adalet Bakanlığı tarafından mahpusların ortak alanlardan faydalanmasına ilişkin bazı değişiklikler içeren 45/1 sayılı genelge 22 Ocak 2007 tarihinde yayınlandı fakat genelgenin uygulanışı bir cezaevinden diğerine farlılık gösterdi.

Gerek cezaevi fiziki koşullarının uygun olmayışı bahane edilerek gerekse de keyfi uygulamalar neticesinde genelge birçok cezaevinde uygulanmadı. Bu genelgeye rağmen tutuklu ve hükümlüler, idare tarafından çeşitli nedenler ileri sürülerek ortak alanlardan faydalandırılmadı, keyfi yasaklamalarla haberleşme özgürlükleri, savunma, görüş, sağlık vb. hakları ihlal edildi ve ediliyor.

Tutsakların biriktirdiği gazete arşivleri ya da boş pet şişelerin iade edilmemesi gibi saçma gerekçelerle genel aramalarda sorun çıkarıldığı, bu aramalar esnasında mahkûmların hakarete uğradığı ve darp edildiği bilgileri çeşitli zamanlarda medyaya yansımaktadır.

Mahkûm ve tutuklularda inancı ve ideolojisi, cezaevi yönetiminin ya da infaz görevlilerinin hoşuna gitmeyen, ajanlık tekliflerini reddeden, cezaevinin hukuk dışı keyfi uygulamalarına direnenler ekstra disiplin cezaları ile cezalandırılmakta ve sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu koşullar mahkûm ve tutukluların beden ve ruh sağlığını bozmakta kimi zaman intiharlarla sonuçlanmaktadır.

Tekirdağ 1 nolu F tipi hapishanesinde bulunan Zeki Ünlü isimli mahkûm tecridin yarattığı tahribata ve idarenin baskılarına dayanamayarak hayatına son verenlerden biridir. Cezaevinin keyfi uygulamaları ile ölümcül rahatsızlığı veya kalıcı psikolojik sorunları olan tutsaklar adeta ölüme terk edilmektedir. Erol Zavar, Yaşar İnce, Mesut Deniz, Hatice Bolat ve üç gün boyunca ağır hasta olan ve kriz sonucu beyin kanaması geçirerek ölüm sınırında ameliyata alınan Nevin Yaylacı gibi onlarca tutsak kalıcı hastalıklarla boğuşmaktadır.

Kendisine ajanlık teklif edilen Ayfer Ayçiçek'in Silifke M Tipi Kapalı Cezaevinde 3 ay tek kişilik hücrede kalması, Kırıkkale F tipi Cezaevine sevk edilen 27'si ağır siyasi toplam 70 kişinin gördükleri işkence, Kırıkkale savcısının ve 13 avukatın tüm hükümlülerle bizzat görüşerek darp izlerini tespit etmelerine rağmen adli raporda "darp ve cebir izine rastlanmamıştır" denilerek tecrit, kötü muamele ve işkencenin cezasız kalması bu işten sorumlu olan kişileri cesaretlendirmektedir.

Tecrit ve tecride dayalı ceza infaz sisteminin en ağır ve yasadışı halini temsil eden İmralı Kapalı Cezaevinde ekstra cezalandırmalarla bir insanlık suçu işlenmeye devam edilmektedir. Öcalan'ın dokuz yıla yakın tecrit koşullarında, diğer mahkûmların nispeten faydalanabildiği ortak alanlara çıkabilme, açık görüş hakkı gibi birtakım haklardan faydalanamaması, tek kişilik hücrede tutuluyorken hücre cezası gibi ekstra yaptırımlarla ruhsal işkence ve kötü muamelenin dozu arttırılmaktadır. İmralı kapalı cezaevi insan hakları açısından hukuk dışı bir tecrit ve izolasyon rejimi niteliği taşımakta ve asla kabul edilemez niteliktedir.

Cezaevlerinde insan hakları ihlallerinin her geçen gün arttığı,

Ölüm oruçlarının bitmesini sağlayan Adalet Bakanlığı'nın ortak alan kullanımına ilişkin genelgesinin uygulanmadığı,

Avukat-hükümlü görüşmesinde resmi gözlemci bulundurmanın yaygınlaştığı,

Kürtçe konuşmalarda mahkûmların telefon görüşmelerinin kesildiği,

 Tutuklu ve hükümlülerin tedavilerinin zamanında yapılmadığı,

Yeterli içme suyu sağlanmadığı,

Genel aramalarda darp ve cebir uygulandığı,

Tutsakların ihtiyaçlarının aileleri tarafından karşılanmasının engellendiği ve bu ihtiyaçların kantinden fahiş fiyatlara satıldığı,

Hücrelerde içme suyu depolamak için kullanılan pet şişelerin zorla alındığı,

Mahkûmların dilekçelerinin işleme konulmadığı,

Cezaevi idaresinin keyfi olarak bazı kitaplara yasak koyduğu,

Günlük gazetelerin engellendiği,

İnsan onurunu zedeleyici keyfi idari kurallara uymayanların hücre cezası ile cezalandırıldıkları ve benzeri hukuk dışı uygulamalar çeşitli sivil toplum örgütlerinin gözlem raporları, sivil toplum örgütlerine cezaevlerinden yazılan mektuplar ve zaman zaman basına yansıyan haberlerle ortaya çıkmıştır.

Türkiye İnsan Hakları Vakfının verilerine göre 2007 yılının ilk on ayında intihar, hastalık ve kaza gibi değişik nedenlerle 10 kişi cezaevlerinde yaşamını yitirmiştir.

Cezaevlerinde her türlü kötü muamele ve işkencenin son bulması, bu alanların sivil toplum kuruluşlarının denetimine açılması, cezaevi yaşam koşullarının insan onuruna yakışacak bir düzeye çıkarılması, siyasi bir suç olarak işlenen "tecrit"in kaldırılması gerekmektedir.

G- İŞKENCE YASAĞI

2007 yılında işkence ve kötü muamele sistematik denebilecek bir mahiyette devam etmiştir. Devletin işkencenin her koşulda önlenmesi için gerekli yasal ve idari tedbirleri almaması, kamu yetkililerinin işkencecileri cesaretlendirici açıklamalar yapması, işkence yaptığı halde çalıştıkları kurum veya adli merciler tarafından idari veya adli soruşturma ve cezalandırmaya uğramayıp görevlerine devam eden ve hatta terfi ettirilen kamu görevlilerinin varlığı, işkence altında alınan ifadelerin yargıda fiilen delil muamelesi görmesi, işkencenin yoğun olduğu gözaltı mekânlarının bağımsız denetime açık olmaması, "işkenceye sıfır tolerans" iddiasının sadece sözde kaldığını gösteren örnekler olarak kabul edilebilir.

AB uyum yasaları çerçevesinde kolluğun yetkileri, keyfi ve insan haklarına aykırı uygulamalarını engellemek için kısıtlanmıştı. Fakat askerin ve polisin "terörle etkin mücadele" adına yetkilerinin arttırılması için Terörle Mücadele Kanununda ve ardından da Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nda yapılan yeni düzenlemelerle kolluğun yetkilerinin arttırılması polislerin zor kullanma ve kuvvetin derecesini kendi belirleme yetkilerini de yasalaştırdığı için kolluğun sertleşmesine, işkence ve kötü muamelenin artmasına neden olmuştur.

Nitekim 2007 yılı boyunca 17 kişi dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle öldürülmüştür. İnsan Hakları Derneği, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde gözaltında işkence ve kötü muamele vakasını 232 olarak açıklamıştır. 2006 yılında işkence ve kötü muamele gördüğü gerekçesi ile TİHV'e başvuran kişi sayısı 337 iken, 2007'de bu sayı 293'ü erkek, 159'u kadın ve 33'ü çocuk olmak üzere toplam 452'ye çıkmıştır.

TİHV'e 2007 yılı içinde başvuru yapan 452 kişiden 320'si aynı yıl içinde işkence gördüğünü beyan etmiştir.

Vazife ve Selâhiyetle Devamı Sağlanan İşkence

Türkiye'de "İşkenceye karşı sıfır tolerans" iddiasına karşın yaş ve cinsiyet ayırımı gözetilmeksizin, sosyal konumu, siyasi görüş ve inançlarıyla sisteme muhalif olan, suçlu olsun ya da olmasın, herkes, her zaman, her yerde işkence görebilmektedir. Aşağıda sıraladığımız işkenceye dair bulgular, işkencenin yoğun olduğu cezaevleri ve gözaltı merkezlerinin denetime kapalı olduğu düşünüldüğünde,  buzdağının sadece görünen kısmıdır.

1 Mayıs kutlamaları için toplanan yüzlerce kişiye ve gazetecilere fiziksel şiddet uygulanmış, otobüslerde bekletilenlere biber gazı sıkılmıştır.

17 Haziran'da hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan 24 yaşında Mustafa Kükçe işkence görmüş, yürüyemeyecek bir halde Ümraniye Kapalı Cezaevine getirildiği ilk gün ölmüştür.

26 Temmuz'da gazeteci Serkan Tekpetek zorla alındığı polis aracında dövülmüş ve araçtan atılmıştır.

 29 Temmuzda İstanbul'da Avukat Muammer Öz kimlik soran polisle tartışınca dövülmüş ve burnu kırılmıştır.

Taksim polis merkezinde 10 Ağustos'ta dövülerek yola atılan Nezir Çivik'in,  gördüğü işkenceden dolayı dalağı alınmıştır.

31 Ekim'de Siirt İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'ne bağlı polisler Siirt'in Keşkul Mahallesi'nde bir eve baskın düzenlemiş, evin içinde 2 gün boyunca karakol kurarak gözaltında tuttukları kişilere işkence uygulamış, Abdurrahim Aslan'a uygulanan işkence adli tıp raporu ile de kesinleşmiştir.

21 Kasım'da Avcılar'da Feyzullah Ete bir polisin göğsüne attığı tekme sonucu ölmüş ve tekme atan polis serbest bırakılmıştır.

14 Aralık'ta askerliğini Pirinçlik 52'nci Bakım Merkez Komutanlığı'nda sürdüren Zafer Dursun tezkeresine 4 gün kala içtima öncesi eli cebinde olduğu için komutanı Astsubay Selçuk Göçer tarafından tokatlandığı ve kulak zarı patladığı iddia edilmiştir.

15 Aralık'ta evleri polis olduklarını söyleyen sekiz kişi tarafından basılarak darp edilen ve ardından da gözaltına alınan iki Afrikalı göçmene yardım etmek isteyen gazeteci Mehmet Demir ile Fransız asıllı Türk vatandaşı Dominic Can Revest gözaltına alınmıştır.

İzmir Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı polislerin, Eski İzmir Semti'nde cinayet zanlısını ararken yaptığı ev baskınında gaz bombası kullandıkları,  evde bulunanlara yönelik coplu saldırı ve kaba dayak nedeniyle 5 kişinin yaralandığı iddia edilmiştir.

Küpkıran İlköğretim Okulu bahçesindeki Türk bayrağını indirdikleri iddiasıyla, 16 ve 17 yaşındaki iki çocuk karakola götürülerek işkence edilmiştir.

19 Mayıs'ta Avukat Celil Gürkan, Sarayönü polis karakolunda işkence yapan polisleri suçüstü yakalayınca tekme tokat dövülmüştür.

19 Temmuz'da Hakkâri'nin Çukurca ilçesine bağlı Köprülü (Geman) Jandarma Karakolu'na çağrılan Süleyman Demir'e rütbeli askerler tarafından kafasına mayın bağlanırken, ağzına da fünye konularak işkence yapıldığı iddia edilmiştir.

21 Temmuz'da Ankara polisinin, yürüyüş sırasında vahşice saldırarak gözaltına aldığı Haklar ve Özgürlükler Cephesi (HÖC) üyelerinin arasında bulunduğu kadınlara, iğrenç işkenceler yaptığı iddia edilmiştir.

Türkiye'de yıllardır devam eden başörtüsü yasağı da çocukların her gün "Türküm, doğruyum, çalışkanım" gibi ibarelerin yer aldığı ulusal andı okumaya zorlanması da tarafımızdan en yaygın sistematik işkence uygulaması olarak görülmektedir.

2007 de gerçekleşen işkence ve kötü muamele uygulamalarında dramatik bir artış söz konusudur. İşkenceye maruz kalanların hemen hemen tamamında ruhsal ve fiziksel bozukluklar yaşamaktadırlar görülmektedir. İşkence ve kötü muamele karakollardan sokağa taşmış durumdadır. Açık alanda veya sokakta işkence ve kötü muamele görenlerin sayısının yüksek olması işkencenin bilgi alma ihtiyacından çok korku veya gözdağı vermek, intikam almak ve cezalandırmak amacıyla yapıldığını göstermektedir.

Kaba dayak, vücudun belli bölgelerine elektrik verme, aşağılama, hakaret, öldürme tehdidi,  işkenceye tanıklık ettirme, yakınlarının yanında işkence yapma, korkutma, saç, sakal, bıyık yolma,  biber gazı sıkma, cinsel taciz, haya burma gibi uygulamalar, hala sıklıkla uygulanan işkence yöntemleridir.

Sonuç olarak, işkence ve kötü muameleyi,  resmi ya da gayri resmi her türlü gözaltı yerini ziyarete ve denetime açarak, cezasızlığı önleyerek geriletmek mümkündür.

İşkencenin önlenmesi açısından, "işkence nedeniyle AİHM'in hükmettiği tazminatların işkence yapan devlet memurlarından alınması" hükmünün uygulanması caydırıcı olabilmesi açısından önemlidir.

H- KÜRT SORUNU

Kürt sorunu, 2007 yılında da Türkiye'nin iç ve dış siyaseti ile ekonomik ve siyasal politikaları açısından önemini korudu. Sorun, devletin dış siyasetindeki askeri ve siyasi stratejisinde, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle ilişkilerinde, bölgesel ve uluslararası ittifaklarında ve sivil-asker münasebetlerinde temel belirleyici oldu.  Yine sorun, bazı siyasetçiler için siyaset ve seçim malzemesi olurken, en üst düzeyde resmi ağızlarca da varlığı itiraf edilen JİTEM tarzı bazı yapılanmaların habitatı olmaya ve en önemlisi silahlı bürokrasinin toplum ve siyaset üzerindeki vesayetinin temel dayanağını oluşturmaya devam etti.

2007 yılında AK Parti tekrar ve daha güçlü bir şekilde iktidar oldu. AK Parti iktidarı, toplum tabanından kendisine verilen yetkiyi ve gücü, kronik bir hal alan sorunların çözümü noktasında ortaya koyamadı. İktidar, Kürt sorununun çözümü için atılması gereken oligarşi ile hesaplaşma adımını atamadı. Kürt bölgelerinde toplam oyun yüzde 54'nü ve Türkiye'deki toplam Kürt oylarının ise tahmini üçte ikisinin oylarını alarak iktidar olan AK Partinin Kürt sorununda önaçıcı bir takım adımlar atması bekleniyordu. Nitekim Kürt halkının AK Parti tercihinin önemli bir nedeni Kürt sorununda samimi adımlar atabileceği beklentisiydi. Ama bu konuda şimdiye dek bu beklentiyi karşılayacak hiçbir önemli adım atılmadı. Bunda oligarşinin gösterdiği direncin aşılamamasının da etkisi büyük elbette. Bu durum, tek başına iktidar olan bir partinin muktedir olamadığını bizlere bir kez daha gösterdi.

Bu süreçte Kürt kimliğini ve taleplerini dillendiren siyasi parti temsilcileri, sivil örgütler ve basın başta olmak üzere birçok kurum ve birey çeşitli baskılara maruz kaldı. Yapılan genel seçimlerin ardından, Kürt sorununun çözümü noktasında, meclis iradesinin devreye girmesi - inisiyatif alması ve sorunu tartışmaya açarak gerekli adımları atması beklenirken, yaşanan gelişmeler bunun tam tersi istikamette oldu. Bu adımlar atılmadığı gibi sorun tekrar askere havale edilerek çözümsüzlüğe mahkûm edildi.

Diğer yandan 1 Aralık 2002'de kaldırılan OHAL, çatışmaların tekrar yoğunlaşmasıyla ve özellikle de askeri yasak bölgelerin oluşturulmasıyla çatışmaların yoğunlaştığı bölgelerde fiilen geri geldi. Bölgede hak ve özgürlükler konusunda süren sorunlar ve ihlaller, özellikle çatışmaların yoğunlaşması ve sınır ötesi hareketlilik nedeniyle daha da yoğunlaştı. Askeri yasak bölgelerde köylüler köylerine gitme ve erzak götürme hususunda yer yer baskılara maruz kaldılar. Halk üzerinde oluşturulan yoğun baskılar artarak devam etmekte. Özellikle genelkurmay başkanının muhtar ve imamlarla ilgili yaklaşımı askerin bölge insanına bakışını sergilemekte yeterli oldu.

1. Kürt Sorununda İnisiyatif Militarizme Bırakıldı

Bugünkü şekliyle Türkiye Cumhuriyetiyle yaşıt olan Kürt sorunu hep askeri yöntemlerle çözülmeye çalışıldı. Bu tarz, siyasî yöntemi dışlayan, insan haklarına riayet etmeyen ve çatışmacı bir tarz olduğundan sorunun kaynağına inerek sebepleri ortadan kaldırmak yerine baskı ve yıldırma yoluyla zaman zaman sorunun üzerini örtmüştür. Sorun ortadan kalkmadığından, ortamı oluştuğu zamanlarda tekrar gün yüzüne çıkmış ve bu yönüyle kronik bir hal almıştır.

Soruna siyasi çözüm arayışları zaman zaman olsa da sonuç alıcı samimi adımlar atılamamıştır. Cılız bazı adımlar ise bu tür adımlar genellikle militarist çevreler tarafından sekteye uğratılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesiyle birlikte Kürt sorununda samimi adımlar atacağı beklentisine Erdoğan 2005 yılındaki aydınlar görüşmesiyle karşılık vermiş ancak Şemdinli süreciyle birlikte geri adım atarak geleneksel devlet politikasına geri dönülmüştür.

Bu iktidar döneminde de çözüm umutları giderek tükenmektedir. Çatışmaların yeniden başlaması militarizmin öte yakası PKK'nin tek taraflı ateşkesi bozmasıyla giderek tırmanan çatışmalar ordunun çatışmacı tavrı ve siyasi çözüm tartışmalarına karşı takındığı sert tutum ile birlikte sivil çözümden giderek uzaklaşmayı getirdi.

Bu süreçte sivil siyaset Kürt sorunu konusundaki mevcut kısmi belirleyiciliğini de yitirme aşamasına geldi ve belirleyicilik neredeyse tümüyle militarist kutupların eline geçti. Her iki taraf da son yıllarda yitirmeye başladıkları güç ve belirleyiciliklerini çatışmalar üzerinden geri kazanmaya çalıştılar. Bu nedenle çatışmalar daha fazla körüklendikçe siyasetçiler de (özellikle DTP ve AKP) giderek sürecin dışına itildiler.

Çatışmalarda çok sayıda kişi yaşamını yitirdi. Fütursuzca cepheye sürülen genç insanların ölümüne hep ideolojik olarak yaklaşıldı. İnsani bakışın çok cılız kaldığı gözlendi. Olan yine bu gençlerin ailelerine oldu.

Çatışmalarda yaşam hakkı bölümünde de açıklandığı üzere 191'i güvenlik görevlisi, 196'sı silahlı örgüt mensubu ve 6'sı sivil olmak üzere 393 insan yaşamını yitirmiş ve 343'ü yaralanmıştır.

Çatışmalar sürdükçe ve kan akamaya devam ettikçe akl-ı selimin devreye girmesi olanaksız görünmektedir. Bu nedenle çatışmaların bir an evvel durması ve çözüm için sivil kesimlerin devreye girmesi gerekmektedir.

2- Genelkurmay Bildirilerinde Kürt Düşmanlığı

Kürt sorununun çözümüne dönük insan hakları ve özgürlükler alanında adalet temelli adımlar atmak bir yana, soruna doğru teşhis bile konulamadı. Kürt sorunu, PKK sorunu olarak görülmeye devam edildi. Sorun, son olarak 12 Eylül darbesiyle güncellenen Cumhuriyetin kurucu felsefesine uygun, ideolojik, ulusçu ezbere göre tanımlandı. Yani sorun zabıtaî bir soruna indirgenerek inkâr edildi. Bu dil AK Parti tarafından da Şemdinli sonrası benimsendi ve kullanılıyor. Genel seçim propagandalarına dahi "tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek dil" sloganları damgasını vurdu.

Diğer yandan da ardı ardına "vatan ve millet" adına "ölme" ve "öldürme" yeminleri eden ve başını şimdilerde Ergenekon çetesiyle isimleri anılan emekli generallerin çektiği ulusalcı çete/dernekler belirdiler. Bunların esas amacı ulusalcı devlet söylemine toplumsal taban yaratmak ve Kürt sorununun çözümünde sivillerin inisiyatif almasının önüne geçmek.

Sorun çift yönlü bir militarist cendere arasında sıkışmış durumda. Siviller sustukça militer güçler konuşuyor. DTP'nin meclis çatısı altında siyaset yapması engellendikçe yerine PKK, AK Partinin bu konudaki açılımları engellendikçe de genelkurmay konuşuyor. Bu bağlamda her iki militer güç de muhtıra niteliğindeki tehdit dolu mesajlarıyla siyasete müdahale ediyor ve sorun gittikçe derinleşip çetrefilleşiyor. Siyasetin sustuğu yerde silahlar konuşuyor. Bunun son örneği Dağlıca baskını ve ardından başlatılan sınırötesi operasyon oldu.

Özellikle üzerinde durulmayı hak eden elbette 27 Nisan tarihli genelkurmay bildirisi. Bu bildiride Kürtlere hakarete uğrarken "imamlar ve muhtarlar" hedef gösterildi. Bu durum Kürt sorunu konusunda atılabilecek muhtemel iyi niyetli adımları da provoke etti. Böylece Kürt sorunu tekrar "terör" ve "güvenlik" sorununa indirgendi.

Sorunda tekrar, sivil toplum ve siyasetin tartışması ve çözüm üretmesi gereken bir süreçte askerî yöntemlerin öne çıkarıldığı bir sürece girildi. Söz tükendi, savaş tehditleri devreye sokuldu. Yurt içinde ve dışında sivil toplum örgütlerine, siyasi parti temsilcilerine ve Kürt dili ve kültürüne karşı ciddi baskılar baş gösterdi.

3- Kürtçe Yasağı

Kürtçe tüm iyi niyetli açıklamalara ve açık yasal engellerin kaldırılmasına rağmen hala yasak bir dil. Yer yer dile getirilen Kürtçenin özgürce konuşulabildiği söylemi gerçeği maalesef yansıtmıyor. Bunun açık örnekleri yıl içinde çeşitli defalar yaşandı. Bunlardan biri hizmetlerinde çok dilli belediyecilik yapma kararı alması dolayısıyla Danıştay 8. ceza dairesi tarafından Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın görevinden alınması ve Belediye Meclisinin feshedilmesi kararı oldu. Diyarbakır Sur belediyesi yaptırdığı bir araştırma ile belediye sınırları içerisinde yaşayan vatandaşların günlük yaşamlarında %24 Türkçe, %72 Kürtçe, %1 Arapça, %3 Süryanice ve Ermenice konuştuğunu saptamış ve vatandaşların tümüne ulaşabilmek için, sağlık, çevre, vs. gibi konularda bu dillerde de bilgi vermeyi karara bağlamıştı.  

Kürtçenin yasak olduğunu gösteren başka onlarca örnek yaşandı yıl içinde. Bunlardan bazılarını sıralamakta fayda var:  Olağan Kongresi'nde Kürtçe konuşmalar yapılması ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderilmesi gerekçe gösterilerek HAKPAR yöneticileri hakkında verilen hapis cezasıydı. Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde açılan davada yargılanan Hak-Par yöneticileri hakkında partinin 1. Olağan Kongresi'nde Kürtçe konuşmalar yapılması ve devlet protokolüne Kürtçe davetiye gönderilmesi gerekçe gösterilerek parti yöneticileri 6 ay ile 1 yıl arasında değişen oranlarda hapis cezalarına mahkûm edildiler. Mahkeme, yasakçı zihniyetini daha da ileri bir boyuta taşıyarak partinin kapatılması için dosyayı Yargıtay başsavcılığına gönderdi.

Kürtçeye yönelik baskılar muhalif partilerin seçim konuşmaları sırasında ayyuka çıktı. Mardin Cumhuriyet Başsavcılığı, "Kürtçe propaganda" yaptığı gerekçesiyle DTP eski Genel Başkanı Mardin bağımsız milletvekili adayı Ahmet Türk'ün ifadesini aldı. Yine, Bin Umut İzmir 2. Bölge Adayı Mehmet Muhdi Aslan için seçim çalışması yapan 6 kişi Kürtçe anons yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alındı.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, İçişleri bakanlığının muvafakatiyle 24 Mayıs 2007 tarihinde Baydemir tarafından Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak'a gönderilen ve üzerinde Türkçe ve Kürtçe "Demokrasi ve sanat için festival" yazılı açılış kokteyli davetiyesi nedeniyle soruşturma açtı.

Muş'un Varto ilçesinde MKM oyuncularının sahnelediği "Nobedarê Derîyê Cennetê" adlı Kürtçe oyunu Kaymakamlık tarafından yasaklandı.

Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde yaptığı Kürtçe konuşma nedeniyle hakkında "Seçim Kanunu'na muhalefet" suçundan soruşturma başlatılan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Ekim ayında savcılıkta ifade vermek zorunda kaldı.

İl Genel Meclisi'nin oybirliğiyle aldığı, Türkçe köy isimlerinin yanına eski isimleri olan Kürtçe isimlerin de yazılması kararı hakkında Diyarbakır Valiliği'nin Bölge İdare Mahkemesi'ne yaptığı itiraz üzerine iptal edildi.

Nisan ayında Kızıltepe Belediye Başkanı Cihan Sincar'a, 2004 yılında Viranşehir'de düzenlenen seçim mitinginde Kürtçe konuştuğu gerekçesi ile açılan davada 6 ay hapis cezası verildi.

Mayıs ayında Adana Cumhuriyet Başsavcılığı Osman Baydemir hakkında, Adana'da DTP İl Başkanlığı önünde toplanan gruba Kürtçe hitap ettiği iddiasıyla soruşturma başlattı.

Kasım ayında Diyarbakır Yenişehir Belediyesi Çocuk Korosu'nun, ABD'de bir festivalde Kürtçe marş okuduğu iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma açıldı.

Kars İl Başkanı Mahmut Alınak'ın Başbakana gönderdiği Kürtçe dilekçe DTP'ye açılan kapatma davasına delil olarak kullanılırken seçimde Kürtçe konuştuğu için Hamit Geylani'nin dokunulmazlığının kaldırılması istendi.

Bir başka ihlal de Batman Belediyesi'nin yaptığı "Kine Em (Biz Kimiz) Parkı"nın açılışında Şıvan Perver'in parkla aynı adı taşıyan parçasını çalan Belediye Kültür Şube Müdürü Ali Sarıpınar ve Kültür şubesi çalışanı Mehtap Ceylan çıkarıldıkları nöbetçi sulh ceza mahkemesince tutuklandılar.

Ayrıca Kürtçe yasağı en şedid şekilde cezaevlerinde yaşandı. Mahkûm yakınlarının mahkûmlarla Kürtçe konuşması yıl boyunca sürekli engellendi. Bütün bu ve benzeri vakalar, 2007 yılında Kürtçenin sosyal alanda ne denli baskı ve yasaklamalara maruz kaldığını gözler önüne sererken Kürtçenin serbest olduğu iddialarının gerçekdışılığını da ortaya koyuyor.

4. Koruculuk

Kürt sorunundan kaynaklanan ve çözüm bekleyen diğer bir sorun da koruculuk sistemi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 22 ilde uygulanan Geçici Köy Koruculuğu, tesis edildiği 26 Mart 1985 tarihinden bugüne kadar, 5 binden fazla korucunun çeşitli suçlara karıştığı biliniyor ve bu sayı her geçen gün artıyor. Geçici köy korucuları tarafından 2007 yılında yapılan işkence ve kötü muamele 13 olay olarak belirlendi. (İHD Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2007 Yılı İnsan Hakları İhlalleri Bilânçosu )

Şubat 2007'de Diyarbakır'ın Dicle ilçesinde korucular 2 köylüyü tarayarak öldürdü. 2007 Ocak ayında da Mardin'in Derik ilçesinin Bayraklı (Girêsor) köyünde Temel Ailesi'ne ait araziye, korucu Çelik Ailesi el koydu. Bu aile daha önce de arazilerini sürmeye giden Temel Ailesi'nden bir kişiyi öldürüp, 2 kişiyi de yaralayan korucular, ailenin köye girmesine izin vermiyor. Haziran ayında Muş'un Kayalısu Köyü'nde Abdulhamit Kocaman adlı kişinin evi, 'HPG'liler var' iddiasıyla korucular tarafından silahlarla tarandı. Olayda bir kişi yaşamını yitirirken, Kocaman ailesinden 2 kadın yaralandı.

Van'ın Başkale İlçesi'nde daha önce Gül-Pa Fabrikası'nı silahlarla basan DP Van Milletvekili Adayı korucubaşı İskender Ertuş'un adamlarının, Temmuz'da bu kez de Bin Umut Adayı'na oy veren Gedikbaşı (Kog) Köyü muhtarı Zahir Şeran'ın evini silahlarla taradı. Kasım ayında kaçırılan Süryani Mor Yakup Manastırı rahibi Edip Savcı'yı kaçırıp, 300 bin Avro fidye istedikten sonra serbest bırakan yedi zanlının lideri korucubaşı olduğu anlaşıldı.

90'lı yıllarda bazı korucuların köylüleri zor ve tehditle göç ettirerek mallarına el koydukları biliniyor. Bu dönemde köylerini terk eden köylülerin tarım arazilerine ve tarımsal değerlerine el koyan ve onları kendi adlarına işleten korucular bugün tam da bu nedenle köye geri dönüşün önündeki en büyük engellerden biri. 

Koruculuğun bölgede faaliyet yürüten suç örgütleri ile girdiği karanlık ilişkiler resmi kurumların araştırmalarıyla da ortaya konmuş olmasına rağmen hala varlığını ve yasadışı faaliyetlerini sürdürerek bir suç makinesi gibi çalışan geçici köy koruculuğunun artık bir an önce kaldırılması gerekmektedir.

5- Sınır Ötesi Operasyon veya Çözümsüzlükte Israr

Bölgede yapılan operasyonlar sınıra yapılan yoğun askeri sevkıyatlarla sürdü. Kürt sorunun konuşulması yerine, yapılan operasyonlar konuşuldu. Bu durum ordunun ülke ve siyaset üzerindeki vesayetini pekiştirdi. Ordu TBMM"den bölgedeki yıkımı sınır ötesine taşımak için yetki istedi. AK Parti iktidarı yoğunlaşan çatışmaların azdırdığı ulusalcı baskı karşısında bölge milletvekillerinin de desteğiyle TBMM'den sınır ötesi operasyon tezkeresini geçirdi. Çıkan tezkereyle beraber ABD ile derin pazarlıklara gidildi. Sonuç itibariyle daha önce defalarca yapılmasına rağmen sonuç alınamayan sınır ötesi operasyon gerçekleştirildi. Operasyonda Kürdistan Bölgesel Yönetimine bağlı çok sayıda köy hasar gördü. Masum insanlar öldü ve yaralandı.

I- MİLİTARİZM

Açıklıkla ifade edilmesi gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti her fırsatta iddia edildiği gibi bir "demokratik, laik bir hukuk devleti" değil laik, ideolojik totaliter bir oligarşik cumhuriyettir. Bu yapılanmanın başında silahlı bürokrasi bulunmaktadır. Oligarşinin diğer sacayaklarını ise, geleneksel cumhuriyet sermayesi, kartel medya, yüksek yargı bürokrasisi, YÖK ve üniversiteler arası kurul gibi yüksek öğretim bürokrasisi ile bazı sivil toplum örgütleri ve bazı siyasi partiler oluşturmaktadır. Devlet içinde derin bir iktidar odağı oluşturan bu güçler en temelde, devleti dolayısı ile en büyük rant kapılarını halktan koruma gayreti içinde olan bir çıkar grubu olarak tanımlanabilir.

Sürekli iç-dış düşman paranoyasını pompalayan derin muktedirler, kendilerini ülkenin koruyucusu ve tek sahibi olarak görüyorlar. Silahlı bürokrasi, kendini rejimin tek güvencesi olarak lanse ediyor ve toplum içerisinde kendi dışındaki tüm bireyleri ve kurumları ülkeyi "yıkmaya" ve "bölmeye" çalışan birer düşman olarak hedefe oturtuyor.

Türkiye yönetsel yapısının değişmez karakteri olan bu durum cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yeniden ortaya çıktı. Nitekim bu geleneksel güçlerin sembol makamı cumhurbaşkanlığıdır. Bu makamı dolduracak kişinin geleneksel güç odağı / çıkar grubu arasında yer almayan bir parti tarafından belirlenecek olması bu derin muktedirleri harekete geçirmiş ve siyasete açık müdahalelerde bulunmuşlardır. Bu müdahalenin startı ise 2007'nin 27 Nisan gecesi yayımlanan e-muhtırayla genelkurmay tarafından verilmiştir.

Post modern darbe olarak da ifade edilen, 28 Şubat müdahalesinin üzerinden 10 yıl geçti. Söz konusu dönem içerisinde siyaset ve topluma, tanklar ile 'balans ayarı' yapılmış, hükümet istifa ettirilmekle kalmayıp siyasetten medyaya, belediye hizmetlerinden eğitim kurumlarına, hatta özel işletmelere kadar bütün toplum, toplum mühendisliğine tabi tutulmuştu.

28 Şubat'tan bu güne çalışmalarını daha çok sivil alana yayılma ve toplumsal taban oluşturma alanlarında yoğunlaştıran oligarşik güçler bunda nicelik bakımından pek olmasa da etkinlik bakımından belli bir başarıya ulaştılar. Egemenler iktidar sürekliliğini sağlamak için her darbe sonrası yaptığı gibi devletin imkânlarını kullanarak sivil sacayakları oluşturdu. Kurumlarda kadrolaşıldı, sivil toplum örgütleri kurularak finanse edildi. Bu kadrolar ve suni taban eliyle Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine müdahale edildi. Ellerindeki tüm güçlerini seferber ederek, üniversitelerden medyaya, sermayeden yargı bürokrasisine ve oradan siyasete kadar tüm uzantılarını bu süreçte aktif hale getirerek topluma ve siyasete adeta bir cephe savaşı açtılar.   

Bu girişimlerin devlet politikası haline geldiği, Nokta dergisinin yayınladığı bir emekli generalin günlük notlarında deşifre edildi. Günlük notlarında birçok kuvvet komutanının darbe amacıyla çalışmalar yürüttüğü, hükümeti devirme planları yaptıkları, darbeyi desteklemeleri için medya patron ve çalışanlarının yanı sıra birtakım meslek örgütleri ve sendika şefleriyle temas içinde oldukları ilk elden itiraf ediliyordu.

2007 yılında, Türkiye'de militer politikalar, yaşamın her alanında; siyasette, eğitimde, ekonomide, medyada, bütün toplumsal yapıda karşımıza çıktı.

1- Siyaset Sustu, Asker Konuştu!

Bunun en bariz örneği, genelkurmay başkanlığınca, 27 Nisan gece yarısı yayımlanan muhtıra niteliğindeki bildirisi oldu. Yayımlanan bildiri, görece kazanılmış haklara, özgürlüklere ve sivil siyasete büyük darbe vurdu. Yine açıklama ile ülkedeki siyaset, hukuk ve en genelde de toplum militarist bir kuşatma altına alınmaya çalışıldı. Bildiride insanlar "Ne mutlu Türküm diyene!" sözüne göre kategorize edildi ve bu sözü içtenlikle benimsemeyenler "düşman" kategorisine konuldu.

Genelkurmay Haziran ayında da yine bir gece yarısı bildirisiyle topluma ve siyasete müdahaledeki kararlılığını ortaya koydu. 27 Nisan muhtırasında "laiklik" vurgusunu öne çıkartan genelkurmay, 8 Haziran bildirisinde ise "kitlesel karşı koyma refleksi" çağrısı ile halktan sokaklara çıkarak militarist yapıya bağlılıklarını göstermelerini istedi.

27 Haziran e-bildirisinde ise sistemi eleştiren muhalif kesimler "barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşlar" olarak tanımlandı ve bu kişiler "bu olayların gerçek yüzlerini görme zamanı artık gelmiştir" denilerek tehdit edildi.

Büyükanıt, aynı tarihte Isparta Eğirdir Orduevi'ndeki basın toplantısında ki konuşmasıyla açıklamalarına devam etti. Bu kez topun ağzına Kürt imamlar ve muhtarlar konulmuştu. Açıklamada "dağdaki bir teröristin en az 10 tane işbirlikçisi, destekçisi vardır" denerek, bunların da "bir köyün muhtarı, bir köyün imamı" olduğu vurgulandı.

2- Meclis Kararına Yargı Darbesi!

Oligarşik yapılanmanın sacayaklarından birinin de yüksek yargı bürokrasisi olduğu söylenmişti. Militarizme bağlılığını Şemdinli davasında tüm açıklığıyla ispat eden yargı bürokrasinin sistem içindeki kilit rolü cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bir kez daha ortaya çıktı. 367 konusunda son derece hukuk dışı ve siyasi bir karara imza atan Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 102. maddesinin birinci fıkrasındaki "Cumhurbaşkanı, TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilir." ifadesinin karar yeter sayısı değil, toplantı yeter sayısı anlamına geldiğini kabul ederek tarihi kararın altına imza atmış oldu. Gerekçeli kararında bu maddenin düzenleniş amacının cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesini sağlamak olduğu iddiasıyla bu kez cumhurbaşkanı seçiminde Anayasa'nın hiçbir maddesinde geçmeyen "uzlaşma" şartını ileri sürdü. Nitelikli çoğunluk şartının sadece Köşk seçimiyle sınırlı tutularak, Meclis başkanlığı ve anayasa değişikliği gibi konularda geçerli olmadığının vurgulanması da ilginçti. Cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısı 184 olduğu ve birçok cumhurbaşkanı böyle seçildiği halde bu seçimde tüm kural ve teamüller çiğnendi. Anayasa mahkemesinin CHP'nin tezi doğrultusunda verdiği bu ideolojik ve siyasi kararda genelkurmay başkanlığının yargı sürecinde verdiği muhtıranın etkisini görmemek mümkün değildi.

Anayasa mahkemesi almış olduğu bu kararla, bağımsız olmadığını, aksine hukukun ve toplumsal iradenin karşısında oligarşik yapıya bağlı olduğunu göstermiş oluyordu.

3- Devlet Bağlantılı Çeteler Hortladı

Türkiye 2007 yılına, mantar gibi üreyen devlet güdümlü "derin çetelerin" ifşaatlarıyla girdi. 3 Kasım 1996'daki devlet bağlantılı kirli ilişkilerin açığa çıktığı Susurluk kazasından bu yana her dönem gündem olan militarist çeteler, özellikle 22 Temmuz seçimleri öncesinde işlenen cinayetler ve ortaya çıkan kirli ilişki ağıyla yine Türkiye gündemine oturdu. Her siyasi iktidarın "üstüne gideceğiz" deyip hiçbir zaman dokun(a)madığı, "derin çeteler" 2007 yılında faaliyetlerine Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'i öldürerek başladı. Dink cinayetini Danıştay saldırısı izledi. Çetelerin son icraatı ise Malatya'daki Zirve Yayınları'nda gerçekleştirilen korkunç katliam oldu.

Danıştay soruşturmasında, daha önce Akın Birdal'a suikast girişiminde bulunan Türk İntikam Tugayı izine ulaşırken, arabadaki bir kartvizitten yola çıkılarak Arslan'ın Vatansever Kuvvetler Güç Birliği gibi ulusalcı gruplarla ilişkili olduğu belirlendi. Telefon kayıtlarından, eski Yüzbaşı Muzaffer Tekin ismine ulaşıldı. Tekin'i Susurluk hükümlüsü İbrahim Şahin ve emekli Tuğgeneral Veli Küçük'le aynı karede gösteren fotoğraflar basına yansıdı.

Dink cinayetinin ardından Trabzon Jandarma Komutanlığı'na yapılan bir ihbar üzerine 13 Haziran'da Ümraniye'de bir gecekonduda 27 el bombası ve TNT patlayıcılardan oluşan bir cephanelik ortaya çıkarıldı. Bombaların sahibi olduğunu belirten Kuvvai Milliye Derneği İstanbul İl Başkanı emekli Astsubay Oktay Yıldırım'ın tutuklanmasının ardından soruşturma genişletildi. Muzaffer Tekin, Yıldırım için tıpkı Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın Şemdinli sanıkları için kullandığı ifadelerin benzerini kullandı; "tanırım, düzgün bir adam" dedi. Tekin ve emekli Başçavuş Mahmut Öztürk tutuklandı. Tekin'in, üyelerine silah üzerine yemin ettiren Kuvayı Milliye Derneği Başkanı emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ, Susurluk davasından ceza alan Özel Harekâtçı İbrahim Şahin, Dink cinayetinin "büyük abisi" Veli Küçük ve Büyük Hukukçular Birliği Başkanı Kemal Kerinçsiz ile de yakın ilişki içinde bulunduğu, fotoğraflarla kanıtlandı.

Malatya'da 18 Nisan'da Hıristiyanlıkla ilgili kitapların basıldığı Zirve Yayınevi çalışanı Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Alman asıllı Tilmann Geske boğazları kesilerek vahşi bir şekilde öldürüldü. Olayın arkasından Kemalist medyanın kamuoyuna yansıttığının aksine, "camiden çıkan bir grup genç" değil devlet bağlantılı çeteler çıktı. Katliamın tutuklu sanıklarından Salih Gürler'in cezaevi savcısına, "Emre birileri tarafından kollanıp, yönlendiriliyor. Üzerinde yüklü paralarla dolaşıyordu" şeklinde verdiği ifade, Dink suikastındaki gibi cinayetin arka planında bir "büyük abinin" olduğu şüphelerini güçlendirdi. Olayın bir numaralı sanığı Emre Günaydın'a ait hastane kayıtlarının silinmiş olması ise, "azmettiricilerin" emniyet tarafından bizzat gizlenmeye çalışıldığı gerçeğini ortaya koydu.

Özellikle 28 Şubat sürecinde palazlanan ve psikolojik savaş aygıtı olarak işleyen cuntacı "sivil toplum kuruluşlarının" militer ve paramiliter çete örgütlenmeleri içinde yer aldığı gerçeği 2007 yılında iyice su yüzüne çıktı. Jandarmanın da bu yapılanmalar içinde önemli bir rol oynadığı iddialarına her ay yeni belge ve kanıtlar eklendi.

4- Irkçı-Şoven Saldırılar

Irkçı ve şoven saldırılar özellikle Dağlıca'daki çatışmanın ardından, ülke genelinde başlayan ve Kürtleri hedef alan ırkçı ve şoven saldırılar medyanın kışkırtmasıyla doruğa çıktı. Yurdun hemen hemen her yerinde DTP binalarına yönelik saldırılar oldu. Meclisteki DTP milletvekilleri başta olmak üzere bütün DTP camiası ve diğer Kürt siyasi grupları vatan haini ilan edilerek hedef gösterildi.

Devletin en üst yöneticilerinin üslubuna yansıyan ırkçı ve şoven söylemler hazır kıta bekleyen "asker doğanlar" güruhunu harekete geçirdi. Erzurum'da kalabalık bir grup, Mahallebaşı Semti'ndeki DTP il başkanlığına yürümek istedi. Bursa'da Altıparmak ve Setbaşı'nda toplanan gruplar, DTP il başkanlığının tabelasını indirdi, camlarını kırdı. Temel Haklar ve Özgürlükler Derneği baskına uğradı. İstanbul'da ise İstiklal Caddesi üzerinde Türk bayrakları ile gösteri yapan ırkçı bir grup, bir Kürt gencini Tarlabaşı Bulvarı'na kadar kovaladı. Gencin sığındığı polis aracı grubun saldırısına uğrarken, çevik kuvvet polisinin gruba müdahale etmemesi dikkat çekti.

Saldırılar giderek sokaktaki yurttaşlara da yönelmeye başladı. İstanbul'un Pendik ilçesinde bazı Kürt ailelerin evlerinin duvarlarına (X) işareti atılması tehlikenin boyutunu gösteriyordu. Yine Anadolulun bazı yerlerinde Diyarbakır, Bingöl gibi illerin firmalarına ait otobüslerin durdurulduğu, içindeki yolcuların indirildiği ve kendilerine istiklal marşı okutulduğu bilgisi medyada yer aldı.

J- HABER ALMA VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Geride bıraktığımız 2007 yılında basına yönelik baskılar geçen yıllara oranla artarak sürdü. Yaşanan haksızlıkları ve toplumsal olayları sayfalarına taşıyarak devletin resmi söylem ve politikalarına eleştirel yaklaşan muhalif basının sesi çeşitli baskı ve yıldırma politikalarıyla kısılmaya çalışıldı.

2007 yılı içinde 31 gazete ve dergi, 11 afiş, 3 bildiri ve 2 davetiye yasaklandı veya toplatıldı, Anadolunun Sesi radyosunun yayını RTÜK tarafından süresiz olarak durduruldu; 10 dergi bürosu, 6 gazete bürosu ve 2 ajans baskına uğradı. (İHD 2007 Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Bilânçosu, 23.2.2008) Gündem, Azadiya Welat, İnzar, Nokta, Mizgin, Kızıl Bayrak gazeteleri ile Yürüyüş dergisini bu meyanda sayabiliriz.

Yine bu yıl içerisinde; hakkında soruşturma, kapatma veya yayın durdurma kararı alınan ve mensuplarının gözaltına, tutuklamaya, hapis cezasına, tehdide maruz kaldığı gazete, dergi, haber ajansı, internet haber sitesi, televizyon, radyo vb. yayın kuruluşu sayısı 43, olay sayısı 85, gözaltına alınan kişi sayısı 38'i buldu.

Hakkında soruşturma açılan, yargılanan, tutuklanan ve mahkûm olan gazeteci sayısı ise 28. Dört gazeteci de kolluk güçleri tarafından darba maruz kaldı. Bu baskılar gazete yöneticisinden yazara ve dağıtıcıya kadar geniş bir yelpazede gerçekleşti.

27 Temmuz 2007 tarihinde Özgür Hayat gazetesinin yazı işleri müdürü ile %52 Öfke dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü Sinan Tekpetek Şişhane'de polis tarafından durduruldu. Şehrin merkezinden kaçırılıp darp edildikten sonra araçtan atıldılar. Bu ve benzeri olaylarda da Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun tıkır tıkır işlediği ve basın mensuplarına bu yolla baskı uygulandığı görüldü.

7 Mart 2007 tarihinde İslami çizgide yayın yapan İnzar dergisi merkezine Terörle Mücadele ekiplerince tamamen hukuk dışı bir baskın yapıldı ve birçok dokümana el konuldu. Aylık İnzar dergisinin Fatih'te bulunan merkezinin Terörle Mücadele ekiplerince hiçbir yasal belge sunulmaksızın basılması ve bilgisayar ve hard disklerine el konulması hiç şüphesiz açık bir hukuksuzluk göstergesidir.

2007 Mayıs ayında İslamî çizgide yayın yapan Diyarbakır merkezli Mizgîn dergisi yazarlarından Nevzat Bayındır ve Mizgîn Dergisi'nin Gercüş temsilcisi Musa Korkut "Kürtçülük propagandası yapmak" iddiasıyla tutuklanarak Midyat cezaevine konuldu. Aynı derginin yazarı Gülcan Bahtiyar bir yazısından dolayı Haziran 2007'de 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Benzer bir hukuksuzluk da Diyarbakır da yaşandı. Diyarbakır Söz Tv ve Söz Gazetesi haber müdürü Mehmet Sait Bayram ve muhabir Fırat Avcı, 18 Nisan tarihinde yayınlanan, Diyarbakır 1. Sulh Ceza Hâkimi Mehmet Yücel Kurtoğlu'nun Muğla'nın Fethiye ilçesinde Ağır Ceza reisi iken rüşvet aldığı yönündeki iddiaların yer aldığı ilgili haberden dolayı tutuklandı. Tutuklama kararı veren mahkeme, haberde ismi geçen hâkimin üyesi olduğu mahkeme idi. Bu nedenle kamuoyundan kayırma ve meslek dayanışması olduğu şeklinde itirazlar geldi. Söz konusu haber Vatan gazetesinin 19 Nisan 2007 tarihli sayısında yayınlanmasına rağmen söz konusu gazeteye dava açılmayıp bunu sütunlarına taşıyan D. Söz gazetesine dava açılması hukukun kişilere ve güçlere göre değiştiğinin göstergesidir.

Haber alma özgürlüğü ve basın alanında bu yılın en önemli ihlallerinden biri ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecek olanı, 13 Nisan 2007'deki Nokta Dergisine yapılan baskındı. Nokta Dergisi, Emekli Oramiral Özden Örnek'in darbe hazırlıklarından bahsettiği günlüğünü yayınlamış, haberde TSK'nın "ulusalcı" bazı sivil toplum örgütleriyle işbirliği yaptığı iddia edilmişti. Bu haberden sonra 13 Nisan günü Terörle Mücadele Şubesi tarafından Nokta Dergisine baskın düzenlendi. Baskında tüm bilgisayar hard diskleri kopyalandı. Ardından derginin editörü hakkında altı yıl sekiz ay hapis istemiyle dava açıldı. Darbecilere ve darbe şakşakçılarına, yaptıkları açık bir suç olmasına ve başbakanın talebine rağmen savcılar tarafından dava açılmadığı gibi tersine bu suçu ifşa ederek sorumlu gazetecilik örneği sergileyen dergi editörü Alper Görmüş ile muhabirler Ahmet Şık ve Banu Uzpeder hakkında soruşturma ve dava açıldı. Sonuç olarak Nokta Dergisi tüm bu baskılara dayanamayan yöneticileri tarafından kapatıldı.

2007 yılında silahlı bürokrasi diğer hak kategorilerinde olduğu gibi basın özgürlüğü bakımından da birçok ihlalin müsebbibi oldu. En bariz ihlal ise genelkurmayın akreditasyon uygulamasıydı. Birçok yayın organını yandaş ve yandaş olmayan diye ayırıp akreditasyona tabi tutan Genelkurmay, gazeteler arasında ayrımcılık yapmakla kalmıyor bu ideolojik tavırla halkın haber alma özgürlüğünü kısıtlamış oluyordu. Diğer yandan bu uygulama ile Genelkurmay bir yandan muhalif sorularla karşılaşmaktan kurtulmuş oluyor diğer yandan çizgi dışına çıkan her basın kuruluşu cezalandırılmış oluyordu.

2007 yılında halkın en çok merak ettiği ve bilgilenme ihtiyacı duyduğu konuların başında gelen Dağlıca baskını ve sonrasında yaşananlarla ilgili uygulanan yayın yasağı da yeni bir sansür olayı olarak kayıtlara geçti. Bu yasağı çiğnediği iddia edilen basına da ceza yağdırıldı. Evrensel gazetesinin iki yetkilisine, tutuklanan askerlerin aileleriyle yaptıkları görüşmelere yer verdiği gerekçesiyle 40 bin YTL ön ödemeli para cezası verildi. Ayrıca Sabah, Hürriyet, Milliyet, Zaman ve Birgün gazeteleri de 20'şer bin YTL ceza ile cezalandırıldılar.

Basına yönelen ihlaller yanında basının yol açtığı ihlalleri de ifade etmek gerekir. Bu alanda oldukça sabıkalı olan Türkiye basını bu yıl da yaptığı asılsız ve düzmece haberlerle birçok insanın mağdur olmasına yol açtı. Birçok defa tazminat ödemeye ve tekzip yayınlamaya mahkûm edilen basın bu huyundan vazgeçeceğe benzemiyor.

Bu meyanda mağduriyet örneklerinden biri Takvim gazetesi tarafından yaşatıldı. 25 Haziran 2007 tarihinde yayınlanan Takvim gazetesi, gazeteci-yazar Bilal Tanrıverdi'yi "Kuzey Irak'tan yurda sızan ve 81 ilde aranan tehlikeli intihar bombacısı" olarak yansıttı. Daha sonra bu olayın asılsız olduğu anlaşıldı. Bombacı olarak lanse edilen Bilal Tanrıverdi ve Recep Yılmaz bu haber sonrasında tehdit edildiklerini ve can güvenlerinin olmadığını açıkladılar. Tanrıverdi, hedef gösterildiği için gazeteyi mahkemeye verdi.

Bu meyanda Radikal gazetesinin ve başta ATV olmak üzere bazı televizyonların okullarda ve resmi kurumlarda başörtülü avını da anmak gerekir. Bahsedilen medya kuruluşları başörtüsüne kısmi serbestiyet getiren anayasa değişikliğinin tartışıldığı bir dönemde çeşitli okul ve resmi kurumlarda "pusuya yatarak" gazetecilik ahlakına aykırı bir biçimde başörtülü öğrenci ve çalışanlar ile kurum idarecilerini birtakım yerlere ihbar edip birçok mağduriyetin yaşanmasına neden oldular.

K- YARGI VE CEZASIZLIK

Yargı bir hukuk devletinin olmazsa olmaz niteliğidir. Bir hukuk devletinde yargı, toplumun adalet duygusunu korumakla ve adalet beklentisini karşılamakla yükümlüdür. Bu nedenle kimseden talimat almadan, hukukun gerektirdiği şey ne ise onu yapar. Bu özelliği ile tarafsız ve adil olmak zorundadır. Hiçbir şekilde içinde bulunduğu devletin memuru sıfatıyla hareket etmez. Amacı devletin değil insanın hakkını korumaktır; hiçbir olayda ideolojik yaklaşamaz, hakkaniyet ve adaletten şaşmaz. Adalet herkes için gereklidir ve insan haklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Adalet duygusu zedelenmiş toplumlar insani değerleri yitirirler. Aksi takdirde toplumun adalet duygusu zedelenir. Adalet duygusu zedelenen toplumun ihkak-ı haktan başka çaresi kalmaz ki bu da olsa olsa kaos doğurur.

Türkiye'de yargı mekanizması ideolojik karakteriyle öne çıkmaktadır. Tek başına bu özelliği bile dikkate alındığında "bağımsız ve tarafsız yargı" iddiasının doğru olmadığı görülecektir. Kendini devletin çıkarlarını korumaya ayarlı bir yargı mekanizması önüne gelen davalarda elbette adalet ve hakkaniyeti değil devletin çıkarını gözetecektir. TESEV raporunda vurgulandığı gibi hâkimler kendilerini rejimin/devletin memuru görüyorlar. Devletçi bir anlayışa sahip hâkimlerin idareyle ilgili davalarda yansız karar vermesi beklenemez. TESEV araştırmasında "İnsan hakları devletin güvenliği açısından tehdit oluşturabilir mi? sorusunu 'evet' diye yanıtlayanların oranı %51."[1] Bu özelliği nedeniyle Türkiye yargı sistemi önüne gelen siyasi suçlarla ilgili davalarda genellikle taraflı davranmıştır.

Yargının taraflı davrandığının en bariz göstergesi hiç şüphesiz devlet adına hareket edenlerin işledikleri suçlarla ilgili verdiği kararlardır. Özellikle yargısız infaz ve işkence suçlularına karşı korumacı tavrı "cezasızlık" sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu suçları işleyenler hemen her zaman yargı tarafından kayrılmışlardır. İşkence ve yargısız infaz gibi suçların devletin cezasızlık politikası nedeniyle cezasız kaldığını cesaretlendirdiğini ifade edebiliriz. Söz konusu suçlarla suçlanan kamu görevlileri hakkında genellikle idari ve adli işlem yapılmamakta dava açılsa da tutuklama kararı verilmemekte,  dava sırasında kamu görevlileri genellikle görevlerine devam etmekte, davalar çok uzun yıllar sürmekte ve çoğunlukla zamanaşımıyla düşmektedir. Mesela 1991'de meydana gelen Birtan Altunbaş'ın öldürülmesi davası 16 yıl sonra ancak 2007 yılında sonuçlanabilmiştir.

Cezasızlığın tek sebebi şüphesiz yargı değildir. İdare de devlet görevlileriyle ilgili suçlarda genellikle konunun yargıya taşınmasına engel olmuş veya yargı aşamasında yargıyı etkilemeye çalışmıştır.

Cezasızlık doğal bir sonuçla suçluları cesaretlendirmekte ve ilgili suçların azalmak bir yana artmasına neden olmaktadır. Çeşitli yerel ve uluslararası kurumlar ve insan hakları örgütleri tarafından müteaddit defalar gündeme getirilmesine, raporlarda yer almasına rağmen sorunun artarak devam etmesinin temel nedeni kuşkusuz cezasızlıktır. Bu nedenle yargısız infazlar, gözaltında kayıp veya ölüm, orantısız güç kullanımı sonucu veya dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle kolluğun neden olduğu ölümler ile işkence ve kötü muamele suçlarında artışlar olmaktadır.

Belli suçlar ise Türkiye'de hiçbir zaman yargıya taşınmamakta ve hepten cezasız kalmaktadır. Bunların başında darbe suçu gelmektedir. Darbeciler bugüne dek yargılanmamışlar bilakis kendileri yargılamışlar ve birçok kişinin ölümüne neden olmuşlardır. Yargılanmayan suçlardan biri de darbe kışkırtıcılığıdır. Devletin gazabına uğramış mazlum insanların anılması karşısında hemen harekete geçip suçu ve suçluyu övme iddiasıyla davalar açan savcılar darbe kışkırtıcıları için nedense dava açma ihtiyacı duymamışlardır.

Türkiye'de dava konusu olmayan suçlardan biri de terörle mücadele adı altında yapılan hukuksuz işlerdir. JİTEM adlı suç makinesi hala faaliyetini sürdürmektedir. Doksanlı yıllarda Şırnak'ı ve Lice'yi yerle bir ederek birçok kişinin ölmesine neden olan komutanlardan hiçbiri yargılanmamıştır. Aynı şey köy ve orman yakmalar için de geçerlidir.

Bu alanda bazı olaylar ve davalar var ki bu konuda adeta bir turnusol kâğıdı hükmündedir; Uğur/Ahmet Kaymaz, Şemdinli, Hrant Dink davaları gibi,

Özelikle Şemdinli davası yargının devletçi karakterini ortaya koyan önemli bir örnektir. Dokunanın yandığı bu davada sivil mahkemenin 39 yıl ceza verdiği mahkûmlar askeri mahkeme tarafından tahliye edildiler. Hatırlanacaktır, Yargıtay yerel mahkemenin mahkûmiyet kararını bozarak dosyanın askeri mahkemeye gönderilmesine karar vermiş, davaya bakma konusunda direnen mahkeme heyeti atama yoluyla dağıtılmış, tayin olunan yeni heyet dosyayı askeri mahkemeye göndermiş ve Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi de ilk duruşmada zanlıları tahliye etmişti.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Pirinçlik köyünde 16 yaşındaki Şemsettin Yavuzkaplan'ın 2006 yılının sonunda gözaltında ölmesinin ardından açılan soruşturmada takipsizlik kararı ise bu bağlamdaki örneklerden gözlerden ırak olanı.

Yine bu bağlamda, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren cunta üyeleri ve sıkıyönetim komutanları hakkındaki suç duyurusunun işleme konulmaması, görev yaptığı dönemde, hâkimleri hizaya getirmek için evlerinin etrafına bomba attırdığını itiraf eden emekli korgeneral Altay Tokat'ın ve 'İhaneti Gördüm' adlı kitabında Şemdinli'ye günlerce roket atıp belirledikleri sivil hedefleri makineli tüfekle taradıkları şeklindeki suç teşkil eden ifşaatların sahibi Emekli Albay Erdal Sarızeybek'in cezalandırılmamış olması sayılabilir.

İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 2002'de İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'nde işkence yapmakla yargılanan polislere beraat kararı vermiş; Gazi Üniversitesi'ndeki tele kulak davası YÖK'e takılmış, kurul "Kiminle ne konuştuğunuzu sesli olarak biliyorum." diyerek öğretim üyelerini tehdit eden Rektör Kadri Yamaç'ı suçsuz bulmuştur. Bütün bu davalar cezasızlık politikasının devam ettiğinin ve de yargılamanın adalete uygun yapılmadığının göstergesidir.

Yargı, uygulamalarıyla böyle vahim bir cezasızlık ortamının oluşmasına sebep olurken, diğer yandan özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimindeki ideolojik tutumuyla kamuoyu nezdinde güvenilirliğini iyiden iyiye yitirmiştir. Yargı böylece oligarşik yapı içindeki stratejik yerini ortaya koymuştur. Yargının adalet dağıtan bir kuruma dönüşebilmesi için oligarşinin bir parçası olmaktan çıkmalı ve böylece bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamalıdır.

SONUÇ

İnsanı insan kılan olmazsa olmaz hakları vardır insanların. Bu haklar insanın kendini gerçekleştirmesi için gerekli olan vazgeçilmez haklardandır; doğuştan gelir, fıtridir. Yaratılışla birlikte kazanılan ve insanın insan olmasından kaynaklanan temel haklar, insanca ve onurlu bir yaşam sürdürebilmenin asgari şartıdır. Bu açıdan insan, insan olmaklığının gerektirdiği haklarını kullanmakta özgürdür, herhangi bir şekilde engellenemez.

Devletlerin öncelikli amacı bu hakları güvence altına alarak korumaktır. Bu noktada devlet bu hakları teminat altına almak için kişinin ideolojik, siyasi ve dini anlayışına bakmaz. Zaten bu temel vazifesini yapmayan devletin hiçbir meşruiyeti de yoktur, olamaz. Bu hakların kullanılmasına engel olan devlete karşı toplumun direnme hakkı vardır.

Bu söylenenler modern devlet kuramcıları tarafından da ileri sürülen evrensel hakikatlerdir. Buna rağmen modern ulus devlet, insan hakları konusundaki iddialı söylemine rağmen aslında ikircikli bir yapıya sahiptir. Öncelikle bu devletlerde ulusun genel çıkarları insan haklarının önündedir. Aynı zamanda ulusal çıkarları diğer toplumların insan haklarını hiçe saymalarına neden olacak tarzda tabulaştırılmış ve kutsanmıştır. Öte yandan bu devletlerde kurucu ideoloji veya devletin içindeki etkili çıkar gruplarının menfaatleri karşısında insan hakları söylemi anlamını yitirebilmektedir. Ayrıca tüm bu devletlerde insan hakları, ideolojik bir söylemi aşamamakta kimi zaman da ideolojik bir araç haline dönüşmektedir.

Toplumu yukarıdan aşağıya inşa ameliyesi içinde olan modern devletlerde insan ve toplum, toplum mühendisliğinin nesnesi durumuna indirgenmiştir. Toplum mühendisleri ise kendilerini reorganize etmeye çalıştıkları bu nesne üzerinde her çeşit tasarrufa hak sahibi vehmederler. Bu noktada insan hakları da insanın doğal ve ayrılmaz bir parçası olmaktan çıkıp toplum mühendisi olarak devletin bu nesne için öngördüğü şekilde ve oranda, kendilerince oluşturdukları -eğitim, gelişmişlik, örgütlülük, ulusal bilinç ve ulusal güvenlik durumu- gibi kriterlere göre sundukları verili bir lütfe dönüşür.

Klasik ulus devlet özelliklerini taşıyan Türkiye devleti de bu sayılanların ötesinde insan hakları anlayışını yıllarca kendisi için yıkıcı bir ideoloji olarak algılamıştır. Bu nedenle son yıllarda insan haklarına saygılı olmayan bir devlet kimliğinden sıyrılabilmek için yapılan girişimler oldukça yavaş bir şekilde yürümekte ve devlet içinden ciddi bir dirençle karşılaşmaktadır.

Türkiye insan hakları konusunda atılan iyi niyetli çabalara rağmen hala çok fazla eksiği olan bir ülkedir. Atılan adımların köklü sorunlar karşısında oldukça mütevazı kaldığını ifade edebiliriz. Bu konudaki tüm girişimler her seferinde, müesses nizamın devamını isteyen bürokratik oligarşinin kararlı direnciyle karşılaşmaktadır. Ancak buna rağmen arkasında çok önemli bir halk desteğinin olduğu hükümetin bu konuda sergilenen direnci kırması ve özgürlükler önündeki yasal ve fiili engelleri hızla ortadan kaldırması beklenmektedir.

Sorun sadece kurulu düzenin devamından yana olan oligarşik çevrelerin tutucu tavırları değil elbette. Türkiye'nin insan haklarına karşı tutumundan muzdarip olan hatta mevcut anlayıştan dolayı çeşitli mağduriyetler yaşayan şimdiki hükümet dahi bu konuda yeterli bir zihni açıklıktan uzak görünüyor. Ulusalcılık ve benmerkezcilikten arınamamış, diğerkâmlık erdemine sahip olamamış bir anlayış bu hususta yeteli adımları atamaz. Bu bağlamda Türkiye toplumunun önünde önemli sorunlar olarak duran yaşam hakkı, Kürt sorunu, inanç özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, azınlıklar sorunu, işkence ve kötü muamele gibi konularda gerekli adımlar hızlı bir şekilde atılması bu zihni berraklaşmaya bağlıdır.

Bugün toplumun ihtiyaç duyduğu en temel şey adaletin tesisidir. Bunun da batılı modern ulus devlet yapısı ve bu ideolojik sistem içinde gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Mutlak adil olan Yüce Yaratıcının sistemini dışlayan bir anlayış kendi elleriyle kurduğu profan yapıda bütün insancıllık iddiasına rağmen evrensel ölçekli bir adaleti tesis edemez. Bu nedenle devlet organizmasının pozitivist, laik/seküler karakteri yüzyıllardır ürettiği zulmü belki azaltabilir ama insan onuruna yakışır bir düzeye çıkaramaz.

Özgür-Der olarak, tüm olumsuz tabloya rağmen insan haklarına ve adalete dayalı, insanın insanla, tabiatla, eşyayla ve Yaratıcıyla insicamını sağlayacak sahici insancıl bir dünyanın mümkün olduğuna dair kuvvetli inancımızı koruyoruz.   Diyarbakır / Mart 2008

Özgür-Der Diyarbakır Şubesi

İnsan Hakları Komisyonu

 

 

 

 

 

------------------------------NOT------------------------------

Bu rapordaki veriler, Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi İnsan Hakları Komisyonu tarafından basın - yayın organlarından ve çeşitli kuruluşların raporlarından derlenmiştir.

Önceki ve Sonraki Haberler