Adalet, Hukuk, Merhamet ve Müslümanların Sorumlulukları

Adalet, Hukuk, Merhamet ve Müslümanların Sorumlulukları

Elazığ Özgür-Der'in düzenlediği konferansların bu ay ki konuğu Bahadır Kurbanoğlu idi.

Türkiye'de 2002'den bu yana gerçekleşen olumlu değişimler ve bu değişimlerin karşısında olan vesayet yapılarını eleştirerek sunumuna başlayan Kurbanoğlu; yaklaşık on yedi yıllık siyasi süreci değerlendirmeden, bugünleri değerlendirmenin haksızlık olacağından hareketle, aynı zamanda bugünleri doğru anlamanın da karşılaştırmalı değerlendirmelerle olabileceğini vurguladı.

Ülkeye/ülke insanına yaşatılan kazanımlarla AK Parti'nin ahlaki bir meşruiyet zemini edindiğini vurgulayan Kurbanoğlu, kısaca bu konuya ilişkin örnekler üzerinde durdu. Ardından 15 Temmuz darbe denemesinin bir ülkenin yaşayabileceği çok travmatik tarihi deneyimlerden biri olduğunu ve bunu karşılamanın kolay olmadığından hareketle, devlet ve toplum katmanlarında yaşanan değişimlere vurgu yaparak konuşmasını şu şekilde sürdürdü:

"15 Temmuz gibi bir hadisenin büyüklüğü, çetrefilliği ve biricikliği üzerinden düşünüldüğünde kolay karşılanıp yürütülebilir bir siyasi-sosyal hadise olmadığı görülmelidir elbette. Ancak bu hadiseye yönelik işletilen stratejinin ve bu stratejiyi yürüten kadroların niteliği ve pratiklerinin olumsuz yönleri de aynı oranda görülebilmeli, değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Nitekim aslında bugün yaşayageldiğimiz ve ne zaman nihayetleneceğini bilemediğimiz kaotik ortamlar tam da bu strateji ve yürütücüsü kadrolarla ilgilidir: Gerek siyaset ve medya, gerekse emniyet, istihbarat ve yargı.

OHAL'i tüm eleştirilere rağmen kaldıran bir iktidar döneminden, OHAL ilan etmek zorunda olan bir siyasal süreçlere evrildik. Hiç şüphesiz bunda haklı sebepler söz konusu idi. Konu neden OHAL ilan edildiği değil, OHAL'in mahiyeti, çerçevesi, hukuki açıdan sınırlarının ve icraatlarının meşruluğudur. İnsana ya da devlete dair her konunun hukuki-ahlaki sınırları vardır. Bu sınırlar esnetildiğinde nerede duracağı, nereye kadar esneyeceği belli olmayan bir zemin ortaya çıkar. Yaşadığımız son tecrübede de maalesef bunlar oldu.

İslami Kesimler Onulması Güç, Kötü Bir Sınav Verdiler

Lakin bizler bu süreci hakkaniyetle değerlendirme konularında ciddi zaaflar yaşadık. "Hikmet-i devlet" ve beka vurguları bizleri de kuşattı. Bu durum "iyiliği emretme kötülükten nehyetme" misyonumuzu akamete uğrattı. İslami kesimler OHAL, KHK'lar, Bylock, yargının işleyişi, yaratılan mağduriyetler vb. hangi konuyu ele alırsak alalım, maalesef hiç iyi bir sınav vermediler. Hukukun en temel ilkeleri çiğnenirken yaşanılan bu sessizlik hiç şüphesiz toplumun ilgili kesimlerinin hafızalarına kazıldı. Neyin hak neyin batıl olduğu konusunda ilkesel kırılmalar yaşayan İslami kesimler, maalesef hala yaşanan süreçten gerekli dersleri çıkarmışa benzemiyorlar.

Kimileri bu konularda tamamen iktidar eksenli bir konuma savrularak, iktidarı da yaşattığı yanlışlarda eleştiremez konuma erişmiştir. Artık bu saatten sonra sıkıntılar görseniz ve dile getirseniz bile ciddiye alınırlık çıtanız kırılmıştır. Diğer tarafta yaşananları sadece kapalı kapılar ardında konuşmayı tercih eden kesimler de aslında ilkinden çok farklı bir düzlemde değillerdir. Kısacası bizler Araf suresindeki muktedirleri uyarmaya giden müminler seviyesine maalesef ulaşamadık. "Umulur ki öğüt alırlar, Rabbimize mazeretimiz olur…" sorumluluğunu üstlenen bilinçli bir örgütlenme içine giremedik. Bunu konuşamadık bile. Konuşmak zorunda olanların bir kısmı da geriye kalan hasılayı zaten "ihanet vb…" nitelemelerle karalamakla meşguldü.

Allah'ın "insanlara savunma hakkı verilmesi, delilsiz ithamlarla yargısız infazlara tabi tutulmamaları, suçun şahsiliği …" gibi emir ve uyarıları çiğnenirken maalesef sadece seyirci kaldık. Daha da ötesi "keşke sadece seyirci kalabilseydik" dedirten cinsten hukuksuzlukları, kriter yanlışlıklarını meşrulaştıran argümanlar ürettik, bunları eski ezberlerimize ve önyargılarımıza kattık. Elimizdeki mihenk taşlarını adeta parçaladık. Kendimize aşılması güç duvarlar ördük. Vahyi mübinin ve rasulün siretindeki örneklikleri, ölçüleri, uyarıları fıkhetme zahmetine katlanmadık. Bu da itikad, adalet, merhamet ve ahlak boyutumuzda ciddi yaralar açtı. Büyük bir vebalin altına girdiğimizi hala göremeyecek şekilde "itminan içerisinde" olup bitenlere ilişkin kaygılarımızı geriye atarak, mevcut tabloda hiç suçumuz yokmuş gibi davranmak, bizi biz olmaktan daha bir uzaklaştırmakta. Oysa biz emek mahsulü çabalarla adil şahitlik misyonunu üstlenebilseydik, mezkur süreçte şer olarak görünen hususların içerisinde de nice hayırlar olduğunu farkedebilir ve hiçbir şeyi değiştirmeye gücümüz yetmese de Rabbimize ve yeni nesillere bir şahitlik mirası bırakabilirdik.

Peki bugünlere nasıl geldik? Nasıl olup da 15 Temmuz sonrasının avantajlarını daha fazla özgürlük ve hukuk iklimine devşiremedik. Ve nasıl olup da bunca olumsuzluk ve hatalarla yönetilen, eski Türkiye'yi andırırcasına örneklerle, hatta bazı alanlarda daha vahim saiklerle yürütülen bu politik iklim, bizim gözümüzde normalleşebildi, nezdimizde destekçiler bulabildi?

Vahiy, Ahlak, Vicdan ve Evrensel Hukuk'tan Nasibini Alamayan, Gayretullaha Dokunan Sürecin Bedellerini Ödüyoruz, Daha da Ödeyeceğiz

Siyaseti, medyası ve yargısıyla iktidar cenahı açısından bakıldığında FETÖ ile mücadelenin en başta ifade edilen ihanet-ticaret-taban ayrımından ve "OHAL vatandaşa değil devlete yönelik bir tedbirdir" anlayışından uzaklaşılıp, bu yapının sosyolojik boyutunu tanımayan ve sapla samanı ayırdetme yükümlülüğü taşımayan yargı-güvenlik bürokrasisi ve kurum amirlerinin eline evrensel hukuk normlarıyla uyuşmayan gayrı hukuki kriterler verildi. Banka, dershane, sendika, okul,..derken hem hukukun geriye doğru işletilmesi söz konusu oldu, hem de kriterlerde bile eşitliğin sağlanamadığı bir hukuksuzluk vasatı oluştu.

KHK'larla ihraçlar, geri dönüşler konusundaki belirsizlikler, bylock meselesindeki hatalar, isimsiz ihbar mektupları; iltisaklılık; fişlemeler ve güvenlik soruşturmaları, mülakat mizansenleri, uzun tutukluluklar ve yazılamayan iddianameler; cezaevlerinde yaşanan sorunlar, savunma hakkı ve adil yargılanmadan suçun şahsiliğine, lekelenmeme hakkından hukukun geriye doğru işletilmesine kadar pekçok sorunu beraberinde getirmiş; doğal olarak bu sorunlar sadece hukuk alanıyla sınırlı kalmayıp hem siyasetin pratiklerini hem de geniş bir sosyolojiyi her yönden etkilemiş, onulmaz yaralar açmıştır.

Terör ve terör örgütü tanımının milyonlarla ifade edilen bir sosyolojiyi kapsar şekilde olabildiğince geniş tutulması, sadece FETÖ ile mücadeleyi zedeler hale gelmemiş, mezkur yapıyla bağlantılı, iltisaklı sayılıp ve "örgüt üyesi olmamakla birlikte…" denilerek hukuk kılıfına sokulan bir operasyonel süreçle, toplumsal bazda açılan yaralar genişletilmiş, rehabilite olma fırsatı verilmesi gereken kitleler geleceğe dönük muhtemel kriminalizasyon süreçlerine itilmiş, ilgisiz alakasız sosyoloji de tozun dumana karıştığı proseste bir o kadar telafisi zor yaralar almıştır. Bugün binlerce kadın mahkumun cezaevlerine doldurulması, yüzlerce çocuğun anneleriyle birlikte duvarların ardında yaşamaya mahkum edilmesi, tehdidin büyüklüğü iddiasını aşar tarzda, devletçi-milliyetçi korkuların klasik reflekslerinin bir tezahürü olarak görülmektedir.

Oysa tehdidin büyüklüğü ile onu toplumsal konsensüsleri ve sulhü zedelemeyecek tarzda çözme becerisi hukuk devletinin adalet ve merhamet politikalarının meşru ve doğal meziyetlerindendir. "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" sözü ilim, hikmet ve basiret içre özümsenip hayata geçirilemiyorsa, sürekli terennüm etmenin ne faydası vardır ki. "Savaşın düşmanına benzediğinde kaybedileceğini" ruhlarımıza üfleyen bir medeniyetten kalan "Kurunun yanında yaş da elbette yanacaktır"; "acırsak acınacak hale geliriz" sözleri olmamalıydı.

Yegane Kurtuluş Reçetemiz Zamanın Ruhuna Uygun Adil Şahitlerden Olmak

Daha en başta, Mekki ayetlerde adalet, hak hukuk konularında eğitilen, bilahare savaş ve esir hukuku konularında ahlak eğitiminden geçen, Mekke fethiyle bu eğitimde zirveye çıkan, Veda hutbesinde nice uyarılarla gelişimini kavileştiren bir ümmetten geriye bugünkü ilkesizlikler, ölçüsüzlükler, çarpıtmalar, ezberlerin ardına sığınmalar, "yalancı mütmainlikler", delilsiz ithamlar, vurdumduymazlıklar, adamsendecilikler, umursamazlıklar, duygularla yargılamalar olmamalıydı. İslam medeniyetinin temelinde olan, vahiy ruhunun merkezinde yer alan makasıdüşşeria ayaklar altına alınırken, ifade özgürlüğü yerlerde sürünürken, adil yargılanma ve lekelenmeme hakkı 28 Şubatı aratmayacak şekilde çiğnenirken, bütün bu dönemlere ilişkin tecrübeleri olan İslami camialar böylesine bir tabloya bu şekilde teslim olmamalıydı.

Dahası da oldu. Ve muhafazakar medyanın bizi aptal yerine koyan manşetlerine, haberlerine karşı da sessiz kaldık. İnanmış gibi yaptık. Müslümanlarla ilgili gelişmelerde "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" diyebildik; ajan ilan edilenlere "iddianameler kötü, bize yapılan uluslararası operasyonları ispat edememişiz" diyebildik. Saf saf yıllar önce bitmiş bir davanın külleri üzerinden geliştirilen "Gezi'nin beyninin alındığına" kendimizi zorla inandırdık. "Ablaların kumpas doğurduğunu" fütursuzca sahiplendik. Ana davalardaki adamlar ya da yurt dışına kaçan elitlerle Meriç nehrinde boğulan aileleri bir tuttuk. Bu fotoğrafları vicdanlarımızı rahatsız etmeyecek biçimde yorumlayabildik. Dünümüzü unutup öfke ve nefret duygularıyla onca gayrı ahlakiliği, onca hukuksuzluğu normalleştirebildik. Oysa "sonucu doğru da çıksa batıl araçlarla elde edilen doğruluğun da batıl olduğunu" bizlere bildirmiş bir medeniyetin çocuklarıydık. Daha ötesi, onca biriktirdiğimiz ilkeyi meğer sadece kimliksel bazda ele aldığımız, biz maruz kaldığımız için sahiplendiğimiz tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış oldu. Rabbimiz bize "kunu kavvamine bi'l kıst" diye hitap edip, adaleti titizlikle ayakta tutan, ikame eden şahitler olun, adaleti kulun hatrı için değil Allah'ın hatrı için gözetin buyuran Rabbimizin de öfkesini üzerimize çektiğimizi, yaşananlarda payımız olduğunu görmezden geldik.    

Bütün bunlarla birlikte toplumun da kazanımları yitirdiği, kirlendiği, itikadının zedelendiğini tespit edemedik. Ne Nisa 135'leri ne Maide 8'leri doğru fıkhedebildik. Bunları sosyo-politik ve hukuksal okumalara tabi tutamadık. Dokunmadığımız, ilgilenmediğimiz, derdini sorununu merak etmediğimiz, başına gelenleri normalleştirdiğimiz bir sosyolojinin bizden de ahlakı, onuru, ilkeyi, duruşu, tahlili, analizi, siyaseti, ıslahı alıp götürdüğünü, gayretullaha dokunmanın sadece "düşman bellediklerimiz"in yapıp etmeleri değil, bizim de tercihlerimizle alakalı olduğunu fehmedemedik! Savaş, İstiklal Harbi, beka denen olguların vahiy, hukuk, ahlak düzleminde terbiye edilmesi gereken meseleler olduğu, teferruatın beka endişesinin ardından değil, adaletin bakiyesi olarak algılanması gerektiğini ne muktedirlere, ne mağdurlara anlatamadık! Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır anlayışıyla bu ülkeyi yaşanmaz hale getirenleri "söz konusu beka ise gerisi teferruattır" anlayışıyla taklit edegeldiğimizi, tek adamlar üzerinden tarih ve siyaset okumaları yapmakla nerelere savrulduğumuzu anlayamadık, anlatamadık! Vahyi Mübin öfkeyle, aşırı sevgiyle, duygularla değil derken biz hem "Düşmanın fütursuz öfkesini" kendi öfkemiz belledik; hem de geçmişten gelen dostluğun hatrına Allah'ın hatrını pekçok konuda çiğnedik! Gelecek yanıp tutuşurken, biz bugünün korkularını geleceğin umuduna tahvil ettik. Ama yangının sadece insanı değil, ilkelerimizin de küllerini savurduğunu anlamadık, anlamazdan geldik, konuşamadık! Hemen her konuda lal ve sağır kaldık! Oysa sadece adalet konusunda kör olmakla emrolunmuştuk! Dahası, konuşmaya, el yordamıyla birşeyler anlatmaya çalışanları üslupsuzlukla itham ettik.

Görece farklarla birlikte açıkça düşmana benzeme istidatları gösterdik. Buna çanak tutanları hikmet-i devletle niteledik. Göremediklerimiz vardı; iki buçuk yıl geçti göremediklerimiz olduğu iddialarını halen sürdürmekteyiz. Bu gidişle belki on yıl geçse, hala göremediklerimiz olduğu iddialarını sürdüreceğiz. Oysa hakikaten görmek zorunda olup da göremediklerimizi görememeyi sürdürdüğümüzü kendimize itiraf edemiyoruz!"

Umutlarımızı Diri Tutmalı, Yalnız Bile Kalsak Hakkın Şahitliğini Sürdürmeliyiz! 

Siyaset öyle bir şey ki bir bakmışsınız devran dönmüş yıllar öncesinin, aştığımızı düşündüğümüz hataların, günahların, yanlışların benzerlerini üretiyoruz. O halde, hayata da, o hayata ilişkin misyonumuzun kaviliğine de bu devran üzerinden bakmalıyız. Bizler için değişen bir şey olmadığını görmeye çalışmalıyız. Vahyin emrettiği adil şahitler topluluğunun oluşması için gayret sarfetmeliyiz. Bunun için görünür olmalı, ses vermeliyiz. Muhataplarımıza en hikmetli, en sahih üslupla seslenirken, o sesleniş biçiminin içini de hakikatle yoğurmalıyız. Vahyin sesine ses verip herkesin işitebileceği şekilde bu yola koyulmalıyız. Islah temelli bir dil, üslup ve siyasetin öncüleri olmalıyız. İyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk olma halini ete kemiğe büründürmeliyiz. "Mış gibi yapmak" haline düşmekten Allah'a sığınmalı, muktedirlerin ümmetin maslahatı açısından olumlu yönlerine ram olup hakkı hak olarak söylemekten, yanlışları dilimize pelesenk etmekten imtina etmemeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu tavır tutum müminlerden sadır olduğunda her açıdan tutarlılık zemini de korunmuş olur. Korkulanların başımıza gelmesini istemiyorsak, en yakınımızdakilerin izlediği siyasetlerle gün gelip bu korkuların başımıza musallat olacağını görebilmeli, buna uygun bir bilinçle hareket etmeliyiz. Umulur ki öğüt alanlar çıkacaktır, hepsinden önemlisi Rabbimize mazeretimiz olacaktır."

Önceki ve Sonraki Haberler