“İki Kutuplu Davetin Girdabındaki İnsan”

“İki Kutuplu Davetin Girdabındaki İnsan”

Batman Özgür-Der ‘de bu hafta “İki Kutuplu Davetin Girdabındaki İnsan ve Zorlu İmtihanı” konulu seminer yapıldı.

Batman Özgür Der ‘de bu hafta “İki Kutuplu Davetin Girdabındaki İnsan ve Zorlu İmtihanı” konulu seminer yapıldı. Semineri Zekeriya Yürük sundu.

Zekeriya Yürük'ün sunduğu tebliğin tam metni:.

İki Kutuplu Davetin Girdabındaki İnsan ve Zorlu İmtihanı

Davet, kelime olarak “çağırmak, seslenmek, adlandırmak, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, propaganda yapmak” gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Terim olarak ise, özellikle “İslam’a ve İslam esaslarının uygulanmasına çağrı” anlamlarına gelmekte ise de Kur’an’da “İslam’a”1, “imana”2, “Allah’ın kitabına”3, “Allah yoluna”4, “hakka”5, “hayra”6, “kurtuluşa”7 ve “esenliğe çağrı”8 gibi özel manalarda da kullanılmıştır. Bu ifadeler, davetin, tek boyutlu Allah merkezli bir eylem olduğu algısı oluşturuyorsa da bu yanıltıcı bir sonuçtur.

“Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” 9 Ayetince insan dünyaya gözlerini açar açmaz hiçbir bilgiyle gelmediğinden ve devamlı bir ihtiyaç içinde olan zayıf bir yapıda olması neticesinde ihtiyaçlarının giderileceğini beyan eden adeta bir davetler girdabında bulur kendini.

İşte biz bu yazımızda, insanın devamlı muhatap olduğu iki boyutlu bir davetle karşı karşıya olduğunu, bunlardan birincisinin Allah merkezli, ikincisinin ise şeytan merkezli olan bu davetler insanın gerek iç gerekse dış dünyasını kapsayarak hayatının tamamını bir mücadele alanına çevirdiğini, bu davetler karşısında insanın düşebileceği çelişkili durumunu, iki kutuplu bu davetler girdabında iyi ile kötünün ayıklanması problemi üzerine çeşitli değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağız.

1- İnsan Düzenli Olarak İki Davet Merkezinin Çağrısının Etkisindedir

İnsan evrende yer alan her varlık gibi var olduğu yaşam alanına uygun sosyolojik yapı içinde benliğini ve kimliğini devam ettirdiği, görünen bir forma yani bedene sahiptir. Bunun yanında insanı insan yapan bu boyutunun dışında birde görünmeyen (bâtıni) ve tam olarak bilinemeyen (gaybi) duygusal, zihinsel, düşünsel ve psikolojik bir yapısı da mevcud olup, bu yapısını oluşturan bir ruha ve nefse de sahip ilginç bir varlıktır. Vahyi kelamın bildirmesi ve şehadet âlemindeki görüntüsüyle “en güzel şekilde yaratılmış”10lığı, insanın gerek görünen bedensel gerekse görünmeyen bâtıni ve gaybi boyutunun tamamını kapsamaktadır. Ancak çok boyutlu ve çok farklı kabiliyetlerle donatılmakla beraber, kesintisiz ve yaşamının her anını dolduracak iki kutuplu bir davetin çatışmasının etkisi altındadır. Ve çatışan bu iki davetin etkisi altında, seçmiş olduğu tercihlerle yaşamını kurgulayıp ikame etmektedir. Bu davetlerin birinci kutbu;“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”11 diye beyan eden Allah merkezli davet iken, ikinci kutup ise hakikatin dili olan Peygamber (s.a.v) tarafından bize aktarılan, “Kocaları yanında bulunmayan kadınların yanına girmeyiniz. Çünkü şeytan sizin kan damarlarınızda dolaşmaktadır.”12 Ve yine “Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.”13 uyarılarıyla tarafımıza ulaşmış şeytan merkezli davettir. Bu davetler arasındaki fark birincisinin gerçekliği bizzat hakikatin kendisi olması, ikincisinin ise gerçekliğini hakikat maskesine bürümüş yalan üzere dayatmasıdır. Bu fark Musa (a.s)’ın mucizeleri ile Firavun’un sihirbazlarının yaptıkları sihirlerdeki kadardır.

Nitekim vahiy bu önemli konuda bizi uyarmaktadır:“…Şeytan diyecek ki: “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz…”14

“Nefse ve onu liyakatli hale getirip de, fücur ve takva eğilimlerini ilham eden (Allah’)a andolsun…”15 İnsanın yaratılmış özellikleri ile varlık sebebi olan Allah’ı tanıma ve ona layıkıyla ibadet etme vazifesini yerine getirebilecek kabiliyette olduğunu bildiren bu ayet adeta insanı en geniş anlamda tanımlamaktadır. Ayette geçen “ilham” kelimesi insanın çabasıyla elde ettiği kazanımlardan ziyade insanı diğer varlıklardan üstün ve avantajlı kılan ve yaratılmışlığında Allah tarafından hikmetle yapısına yerleştirilmiş tüm özelliklerini anlatmaktadır. İşte bu yaratılmışlık özellikleriyle insan, ayetteki “takva” kelimesiyle anlatılan, Allah merkezli bir davet ve yine “fücur” kelimesiyle anlatılan, şeytan merkezli bir davetin etkisinde kalarak varlık sebebi olan Allah’a ibadet etme görevini yerine getirmeye çabalamaktadır.

2-İnsan Benliği Bir Savaş Alanıdır

İnsanın varlık alanında yer tutan benliği, bu davet merkezlerinin adeta savaş meydanı gibidir. Hiç durmadan devam eden bu çatışma insanın varlık alanındaki son anı olan ölümüne kadar devam etmektedir. Bu savaş öyle bir savaştır ki insan hiç kimseyle karşılaşmasa, sosyal hayata karışmazsa bile bizzat kendi içinde devam eden bir çatışmadır. Bu benlik üzerindeki melekuti güçler ile şeytani güçlerin çatışması neticesinde savaşı kazanan, insanın kontrol merkezini ele geçirip ganimetin sahibi olmakta ve onu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmekte ve kullanmaktadır.

İç ve dış yapısındaki bu davetlerin etkisindeki vasat insan sinusoidal bir dalga gibi bazen Allah merkezli davete icabet edip pozitif tarafta yer edinirken, bazen de şeytan merkezli davetin etkisine girerek negatif alana kayarak hareket eden, düzensiz bir grafik ortaya koymaktadır. Bu etkilenme devamlı olup, alanlardaki kalma süreleri ise düzensiz bir eğilim içindedir.

İşin burasında şöyle bir soru aklımıza takılabilir; “Acaba bu insanın melekuti alan olarak tanımladığımız pozitif alan ile şeytani alan olarak tanımladığımız negatif alanlara bizi iten ve kalma süremizi etkileyen şey nedir?”

İnsan hiçbir zaman tam olmayan, bir yönüyle sürekli aksayıp eksik kalan bu sebeple de devamlı bir arayış içindedir. Bazen bedensel ihtiyaçlarını gidermeye uğraşırken, bazen de psikolojik, zihinsel, ruhsal olan iç sıkıntılarını gidermek peşindedir. Değişmeyen şey ise devamlı olarak kendini insana dayatan, “değişen ihtiyaçlar” karşısındaki arayışıdır. İşte bu ihtiyaçların giderilmesi maksadıyla, gerek Allah merkezli gerekse şeytan merkezli davetlerin birine icabet etmektedir. Kimin davetine icabet ederse onun alanına kaymaktadır. Bu durum, insanın sürekli olarak yer değiştiren bir pozisyonda olmasını sağlamaktadır. Hiçbir alandaki duruşumuz garantili olmayıp kalış süremiz ne kadar uzun olursa olsun ihtiyaçlarımızın üzerimizdeki etkisi, giderilmesi gereken şiddeti karşısında davet merkezlerinin önerilerindeki cazibeliği bizi öte tarafa geçme durumuyla karşı karşıya getirebilir. Peygamber (s.a.v) den gelen “…Kendinden başka ilah olmayan Zat'a yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir ziralık mesafe kaldığı zaman ona yazışı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazışı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini isteyerek cennete girer."16 Rivayeti sanırım cebriyeci bir mantıktan ziyade anlattığımız bu meseleye daha iyi bir örnek olmaktadır. Gorki’ye ait romandaki anekdot da bunu açıklayan güzel bir örnek olarak verilebilir: “’Şu işe bak’ dedi Osip bana yolda. ‘Bir adam yaşıyor, çok saygın, sonra birden bire kuyruğu kıstırıyor ve bataklığa düşüyor’ Gözünü aç, Maksimiç ders al!’” 17

Alanlardaki kalış süremizi etkileyen ikinci bir boyut ise sahip olduğumuz bilinç halimizdir. Bizler zikir halindeyken yani Allah’ı hatırımızda tutup, Allah merkezli sürdürdüğümüz yaşam anları pozitif alan olan melekuti alanda, gaflet anlarımızda yani Allah’ı unuttuğumuz anlarda ise negatif alanda geçirdiğimiz yaşam anlarıdır. Gerek Allah merkezli davetin şah damarlarımızdan bize daha yakın olmasının farkındalığına varılması, gerekse şeytani davet merkezinin damarlarımızda dolaşan kan gibi içimizde dolanmasının etkin bir kuvve olarak ortaya çıkması işte söylediğimiz zikir ve gaflet durumumuza göredir. Nitekim Resulullah (s.a.v)’in buyurdukları: "Zani bir kimse, zina yaptığı sırada mü'min olarak zina yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mü'min olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz."18 Ve yine: "Kişi zina edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallâk durur. Zinadan çıkınca iman adama geri döner."19 Hadisleri bu konuya misal olarak verilip bu kapsamda değerlendirilebilir.

Zikir anlarında şeytani davet insan üzerinde etkisini kaybedip, Allah’ın nuru insanın aklını kalbini, beynini, zihnini ve her zerresini aydınlatıp imanla doldurur ve ona uygun amellere götürür, gaflet anlarında ise bu nur ve iman örtünmekte, insanın işleyebileceği tüm günahların kapıları birden açılmakta ve hangi kapıdan gireceğini artık an içindeki insanın zaafı belirlemektedir. Şeytan için, esas olan insanın gaflete düşmesi ve Allah’ı unutmasıdır, ondan sonra hangi günahı işleyeceğin artık onun için teferruat halini alır. Gaflet anları artıkça, zikir haline geçişimiz; zikir anlarımız artıkça da gaflete düşmemiz zor bir hal almakla beraber hiçbir zaman imkânsız hale gelmez. İnsanın korku ile ümit arasındaki yolculuğunun da tarifidir bu. Bu anlattıklarımızın özeti olabilecek güzel bir ifadesini İmam Humeyni (r.a)’in dilinden de okuyabiliriz:

“Bil ki insan iki ayrı neş'et ve âleme sahip ilginç bir varlıktır. Onun bedeni olan zahirî, mülkî ve dünyevî neş'et ile diğer bir aleme ait olan batını, gaybî ve melekutî neş'et. Gayb ve melekût âlemine ait olan nefs ise birçok makam ve derecelere sahiptir ki, bazen genel olarak yedi, bazen dört, bazen üç ve bazen de iki kısma ayırmışlardır.

Bu makam ve derecelerden biri için kendisini en yüce melekut alemi ile saadete davet ve cezb eden rahmani ve aklanî ordular olduğu gibi, kendisini en alçak melekût alemi ile şekavete davet ve cezb eden şeytanî ve cehlanî ordular da var­dır. Bu iki ordu arasında daima cidal ve niza vardır. İnsan bu iki taifenin savaş meydanı konumundadır. Eğer rahmani ordular galip gelecek olursa insan saadet ve rahmet ehli olur. Melekler sulûkunda bulunur, enbiya, evliya ve salihler zümresine katılır ve onlarla mahşur olur ama cehalet ordusu galip gelirse, gazap ve şekavet ehli olur ve şeytanlar, kâfirler ve (Allah'ın rahmetinden) mahrumlar zümresiyle haşrolur.”20

3- Sosyal ve Toplumsal Alandaki Davetlerin Savaşımı

Bu ikili davetin etkisi insanın yapıp ettikleri olan amellerinde kendini göstererek gaybi âlemden şehadet âlemine, insanın nefsi yapısından sosyal yönün icra edildiği toplumsal yapıya doğru dalgasal boyutta bir etki alanı oluşturmakta ve bu çatışma hatti ve sathi olarak alanın tümünü kuşatmaktadır.

Küçük âlem olarak tanımlanan insanın içyapısındaki bu melekuti kuvveler ile şeytani kuvvelerin çatışmasının aynısı afakındaki kendisinin de bir parçası olduğu büyük âlem olan yeryüzünde de Âdem’den günümüze devam etmektedir. Bir tarafta Allah Merkezli Hakk’a çağıran davetin sahibi olan Peygamberler, Salihler, Müminler öte tarafta Şeytan merkezli batıl davetin sahibi olan müşrikler, kâfirler, münafıklar, despotlar, tiranlar yaşamın her alanında mevzileri ele geçirmek için bu mücadelelerini sürdürmekte ve davalarına kazanımlar elde etmek için kesintisiz bir çağırıcılık vazifesi içinde bulunmaktalar.

Bu iki farklı davet merkezinin çarpışması yaradılış özelliği bakımından birbirinden çok farklı olan aslan ile timsahın savaşmasına benzemektedir. İki farklı kabiliyete sahip iki canlıdan birinin kazanması ancak savaşın mekânına bağlıdır. Eğer aslan suya girip timsahla savaşırsa aslan ne kadar güçlü olursa olsun, savaşı kazanma şansı yoktur ve timsaha yenilecektir. Aynı durum kuşkusuz timsah içinde geçerlidir. Timsahın da karada aslanı yenme şansı olamaz. Savaşın galibini belirleyen, ötekini, imkânlarını kullanabilecekleri mekâna çekmeye bağlıdır. Bu sebeple sistemler oluşturma, sistemi kurgulama ve sistemin sahibi olarak kurallar koyup gerektiğinde değiştirerek yönlendirebilme kabiliyetini eline geçiren, mekânda iktidar olan, bu savaşta avantajlı hale gelmektedir. Örneğin; Kur’an insandan, içinde yaşadığı âlemi incelemesini, güneşe, aya, yıldızlara, gökyüzüne insanın var olmasında etkisi olmayan her türlü yaratılmışa bakarak Allah’ın kudretini görerek hatırlamasını, Allah tasavvurunu düzeltmesini istemektedir. İnsanın yapacağı bu tefekkür eylemi onu “dosdoğru olan yolda” kalmasını kolaylaştıracaktır. Modern döneme kadar insan istese de istemese de kendisi ile diğer varlıklar arasında böyle bir iletişime girmek zorunda kalmaktaydı. Çünkü insanın sahip olduğu güç ona bu ilişkiyi koparacak, böyle bir imkan vermemekteydi. Ve bu durum Allah merkezli davetin etkisini artırıp insanın pozitif alandaki kalış süresini artırmaktaydı. Oysaki modern dönem ve sonrasında teknolojinin gelişimi ve durmadan üretimi sayesinde insan ile doğa arsındaki bu iletişimi kopararak yapay bir atmosferde hareket etmesini ve gaflet anlarının süresini artırır hale getirmiştir. Şeytan merkezli davetin sahipleri bu durumu oluşturarak mekândaki etkinliğini artırarak insan ile Allah ve insan ile tabiat arasındaki ilişkiyi, oluşturmuş olduğu yapay kurmaca dünyasıyla kesmeye çalışmakta ve savaşı kazanmak istemektedir.

Zaman değişir, mekân değişir, yaşam alanındaki varlıklar ve yapılar değişir, yaptığımız işler ve ilişkiye girdiğimiz insanlar boyuna değişir ama değişmeyen bir şey vardır, insanın sarmalından kurtulamadığı bu tek şey “iki kutuplu davettin” savaşımıdır. Bizler devamlı bir davet çağrısıyla karşı karşıya bulunmakta ve seçimlerimizle bir tarafın davetçisi kimliğini de kazanmaktayız.

Bir taraftan Allah merkezli bir davetin çağrısına icabet edip kurtuluşa doğru istikamet belirlerken;

Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.”21

“(Resûlüm!) De ki: «İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.»”22

“(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”23

“Gerçek şu ki sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.” 24

Bir taraftan da şeytan merkezli bir davetin çağrısına icabet edip büyüh bir hüsrana doğru yol almaktayız;

“Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.”25

“Eğer senin davetini kabul etmezlerse, bilmiş ol ki, onlar sadece heveslerine uyarlar. Allah'tan doğruyu gösterir belge olmaksızın sadece kendi hevesine uyan kimseden daha sapık ve şaşkın kim vardır? Şüphesiz ki Allah zâlim kavmi (milleti) doğru yola iletmez.”26

“Allah'ın dâvetçisine uymayan kimse yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.”27

“…Şeytan diyecek ki: “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz…”28

Yapıp ettiklerimiz ve kurgulayarak ikame ettiğimiz yaşamımızın bir boyutuyla davet etmekte iken, sahip olduğumuz algılarımız sayesinde de başkalarının davetlerinden etkilenmekteyiz. Yine tüm bu etkileşimin sonucunda ya zikir halinde Allah’a yaklaşırız, ya da gafletimizin büyüklüğüne bağlı olarak şeytani merkezlerin etkisine gireriz.

Televizyonda izlediğimiz film, dizi, haber, reklam vb. her türlü programlar; gazetelerdeki köşe yazıları, haberler, resimler vb. her türlü yazılar, okuduğumuz kitap, broşür, dergi ve her türlü yazılı veri, insana ait her çabanın arkasında tek bir şey vardır; “davet”. Gorki’nin roman karakteri Osip’in ;”Kitapların ve başka yazıların içindeki anlamı, görebilmelisiniz. Hiç kimse amaçsız bir şey yapmaz, saklamaya çalışsa bile… Kitap yazmanında bir amacı vardır, kafanı karıştırmak ister. Beyin bu, her şeye yönelir…”29 sözleri de bunu anlatır. Tüm bu çabaların karmaşıklığının ardında yatan tek gaye, yaptıkları davetle diğerlerini etkileyerek (kafalarını karıştırarak) bulunduğu zeminde toplamaktır. Her an milyarlarca davet girişimi başarısız olurken, milyarlarca davette başarıya ulaşarak birilerini bir alandan başka alana taşımaktadır. Bu zemin davetçinin kimliğine ve içinde bulunduğu anın durumuna göre ya melekuti alan olarak ya da şeytani alan olarak belirlenecektir.

4-İki Kutuplu Davetin Karşısında İnsanın Çelişkisel Duruşu

Sosyal yaşam sayısız amacın çarpıştığı ve bu sebeple her amaç sahibinin yapıya kendi amacına göre şekil vermek istemesi neticesinde çok karmaşık bir hal alır. Sosyal yaşam, sahip olduğu dev kütlesel kuvveti sebebiyle, insanın gerçek kimliğini erozyona uğratan, gerçek yüzüyle ortaya çıkmasını engelleyen, devamlı bir maskeli halle dolaşmasına sebep olan ve bireysel olarak insanın devamlı olarak etkisinden korunmak zorunda kaldığı, güçlerin kendini bireye dayatma etkinliğini kullanabilen bir yapıdır. Ve bu yapı insanın iç âlemi ile dış âleme yönelik sosyal yaşamı arasında büyük çelişki yaratarak insanı hastalıklı bir yalnızlığa itebilir. Bu sebeple Nietzsche; “Kaç, dostum, yalnızlığına! Büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş ve küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum seni. Ormanla kaya pekiyi bilirler nasıl susulacağını seninle. O sevdiğin ağaca benze sen yine, o dalları geniş ağaca; sessiz ve dinlercesine sarkar o denizin üstüne. Yalnızlığın bittiği yerde pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerde de büyük oyuncuların şamatası ve zehirli sineklerin vızıltısı başlar.” 30 Diyerek toplumun nasıl kötü bir düzen içinde işlediğini belirtip, (Müslüman kimliğimiz sebebiyle bizler benimsemesek de) çözüm olarak, insanı toplumdan doğaya kaçarak yalnızlığına sığınmasına yöneltir.

İnsan bu yapı içinde yapıya olan ihtiyaç ve yapının gücünden dolayı gösterişe dayalı bir yaşam sergilemek zorunda kalır. Üstelik bu karmaşık ve içinden çıkılamaz yapı içinde insan, düşünce ve sözleriyle, yapmış oldukları amellerle, oluşturmuş oldukları imajlarla toplum nezdinde (izlenmiş olmanın etkisiyle sahte diyebileceğimiz) bir kimlik kazanır. Bu kimlik bazen dindar, dinsiz, kâfir, bazen takvalı bazen günahkâr gibi dini isimlerle tanımlanır. Artık bu kimsenin yaptığı her amel tutarlılık adına, bu kimliğe uygun olması istenir. Kişide bu kimliği benimsediği an artık ikilemlere düşmekten kendini koruyamaz. Örneğin dindar kimlikli bir insandan günah işlememesi istenir. Oysaki dindar insanda iç âleminde şeytanın musallatından kendini koruyamaz, hatta kendisine diğerlerine göre daha çok musallat olunur ve bunun sonucunda da rahatlıkla şeytani davetin alanına kayabilir. Bu insan sosyal hayatta Rahmani bir rolün içindeyken, iç âleminde ise şeytani bir alana kaymış olup, bu iki farklı duruş aynı ana denk gelebilir. Bu durum kişiyi çelişkiye ve paradoksal bir duruma iter. Şeytanın musallatı onun imanının bir işareti olmakla beraber, bu sürecin uzun sürmesi kişiyi münafıklığa itebileceği gibi kendisinde şizofren kimlikler oluşturup, psikolojik çöküntülere, kişinin umutsuzluk hastalığına düşmesine ve kendine olan güveninin yok olmasına sebep olabilir. Ya da şeytani etkinin kalbini hissizleştirmesi sebebiyle düştüğü çelişkiden habersiz, sahip olduğunu düşündüğü dindarlık kimliğinin gereği olan şeklî ibadetlerine olan düşkünlüğünden dolayı kurtulmuş ve bu sebeple diğer insanlardan kendini üstün gören kibir hastalığına bulaşmış gösterişçi bir dindarlık yapısı içinde hareket edebilir.

Bu sıkıntılı durumların sebebi, davet merkezlerinden gelen çağrıların, insanın dikkat etmediği durumlarda rahatlıkla birbirlerine karıştırabilmeleridir. İnsan fıtrat olarak bir şeyi yaparken iyi olanı, güzel olanı, makul olanı yapmak ve kendini hakikate dayandırmak ister, aksi durumda vicdanı devreye girerek onu rahatsız eder. Bu durumun farkında olan şeytani davetin unsurları bu sorunun çeşitli çözümlerini üretmişlerdir. Şeytanın bir taktiği insanın gaflet anlarını devamlı hale getirerek, Allah’ın “kendi kendilerini unutturduğu” kimseler haline getirmesini sağlama, böylece vicdanını devre dışı bırakmaktır. Bu sayede her şeyden önemlisi sahteliklerin, hakikatin maskesiyle örtebilmekte, insanın yapmış olduğu kötü amelleri kendilerine süslü ve güzel göstererek sanki hayırlı bir iş yapıyorlarmış gibi bir pozisyona koyabilmekteler:

“Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte O, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.” 31 Bu sebeple, “(Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” 32 Ayetlerinin uyardığı bu durumlara Müslüman ya da mümin kimliğine sahip olduğunu düşünenlerinde ikili davetin etkisinde olmaları sebebiyle rahatlıkla düşebileceğini unutmamak gerekir. Ayetleri çeşitli kimliklere tahsis ederek kişinin kendini korunmuş bir pozisyonda görme tuzağına düşmeden, gaflete düşebilen bir yapıda olduğumuzun bilincinde her ayeti “gafletteki birinin gözlüğüyle” okuyup anlamakta yarar olacaktır.

O halde bu davetler karmaşası içinde bulunmamız sebebiyle ciddi bir sorunla karşı karşıya bulunmaktayız; “Acaba biz Allah merkezli davet ile şeytan merkezli daveti birbirinden nasıl ayırabiliriz, gerçeğini sahtesinden nasıl ayıklayabiliriz?”

5-İyi Olan ile Kötü Olanı Ayıklayabilme İmkânı

Her şeyden önce “Allah merkezli davet”, Allah’ın insana olan rahmetinin bir tecellisi olarak, “şeytan merkezli davetin” iç saldırılarına karşı yaratılışında yapısına yerleştirilmiş zahiri ve batıni organlarla bunun yanında dış saldırılara karşı ise insanın kullandığı imkânlarla, insanın anlayabileceği araçlarla yine insan eliyle yapılan bir eylemdir.

Davetin hakikat olanını sahtesinden ayıklayabilmesi için yapısında “vicdan” denen bir oto kontrol mekanizması bulunmaktadır. Bu adeta bilgisayardaki bir antivirüs programı gibi çalışmakta, hakikat kılığına girmiş tüm şeytani davetleri yakalayarak kişiyi uyarmaktadır. Vicdan mekanizmasından düzenli olarak yapılan uyarılar yok edilemeyeceğinden, ancak şeytan merkezli yapılarca sesi kesilerek, üstü örtülerek kısmen etkisizleştirilebiliyor. Antivirüs programının aktifliğinin kaldırılması gibi. Yine olayları doğru değerlendirmemizi sağlayan akıl ve bilgi almamızı sağlayan duyu organlarımız işimize yarayan diğer yardımcılarımızdır. En önemlisi ise fıtraten hakikate olan meylimizdir. Ki bu özelliğimizden dolayı şeytan merkezli tüm davetler kendini bu kılığa sokmak zorunda kalmıştır. Nitekim İsa (a.s)’nın havarileri kendilerine sahte peygamberler ile gerçeğini nasıl ayıracaklarını sorduklarında, İsa (a.s) onlara; “Sahte peygamberlerden sakının! Onlar size kuzu postuna bürünerek yaklaşırlar, ama özde yırtıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden tanıyacaksınız. Dikenli bitkilerden üzüm, devedikenlerinden incir toplanabilir mi? Bunun gibi, her iyi ağaç iyi meyve verir, kötü ağaç ise kötü meyve verir. İyi ağaç kötü meyve, kötü ağaç da iyi meyve veremez. İyi meyve vermeyen her ağaç kesilip ateşe atılır. Böylece sahte peygamberleri meyvelerinden tanıyacaksınız.” 33 Demiştir. Yine Kuran’daki bir ayette münafıklara hitaben “Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler.”34 diye bildirmektedir. O halde gerek Allah Merkezli davetin davetçilerinin, gerekse şeytan merkezli davetçilerinin sözlerinden her ne kadar insanlık için eylemde bulunduklarını dinleyeceksek de aslında onları amellerinin sonuçlarından tanıyabileceğiz. Birincisi insanlar arasındaki kavga ve nizayı ortadan kaldırıp, barışı yayıyorken, ikincisi ise kavgayı körükleyen ve kavgadan nemalanan bir pozisyonda olacaktır. Söylenen ne olursa olsun niyetleri ortaya çıkaran ameller ve amellerin ortaya çıkardığı sonuçlardır.

Davet insanın başta Allah’a sonra da insanlığa karşı temel bir sorumluluk olması hesabiyle karşılığı yine Allah’tan beklenen bir eylemdir. Oysaki şeytan merkezli davetin beklentisi bu dünyadaki çıkarıdır ve yaptığı davetten dünyevi kazançlar elde etmek zorundadır. Kuran’da bunu göz önünde bulundurarak peygamberlerin yapmış olduğu davet ve tebliğden dünyevi bir beklentilerinin olmadığını bildirerek bu durumu gerçek ile sahtesinin ayıklanması için bir mihenk taşı olarak bizlere bildirmiştir;

“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.”35

“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” 36

Özellikle televizyon ve internetin artık her eve girdiği ve neredeyse her televizyon kanalının bir profesyonel tebliğcisinin bulunduğu bir dönemdeyiz. Her derde deva fıkhi içtihatlar yapılarak, insanın mutluluğu için gönderilmiş olan din, adeta katledilip, insanların nefsi isteklerine uyarlanmakta ve kullanılan bir malzeme haline çevrilmektedir. Bunun karşılığında ise milyon liralar alınmaktadır. İşte yukarda verdiğimiz ayetler gerek bu davetçileri, gerekse davet edilenleri düşündürmelidir.

Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak bizlere, sapıtıp yolu kaybettikçe peygamberler ve kitaplar gönderilmiştir.

“Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?” 37

Bu sebeple elimizdeki son vahiy olan Kuran ve Peygamberimizin sünneti de bizim için şeytani davetin unsurlarını tespit etmemiz için en büyük imkândır. Mevcut yaptığımız tüm tespitlerin dayanağı da yine bu kaynaklardır. Yapılan işlerin doğruluğu ancak bu iki kaynağın onamasından sonra kabul edilebilir. Yine Allah’ın yapmamızı emrettiği tüm ibadetler ve ameller ile yapmamamız gerekenlerden uzak durmamız bizi davetlerin ayırımında güçlendirecek başlıca dayanaklarımızdır.

Sonuç:

Bizler karşılığı cennet olarak değerlenebilecek bir hayatın içinde bulunmaktayız. Cennet ise kazanılabilecek en büyük mükâfattır. Böyle büyük bir mükâfata ulaşmak kolay olmasa gerek. İşte insan yaşamı boyunca gerek iç dünyasından gerekse de bunun bir yansıması olan dış âlemde sürekli olarak biri dosdoğru yolda kalabilmemiz için Allah merkezli diğeri bu yoldan sapmamız için şeytan merkezli olmak üzere iki kutuplu bir davetin etkisinde kalarak yaşamını devam ettirmektedir. Bu mükâfata ulaşmak ve mutlak hüsran olan cehennem hayatından kurtulabilmek için“Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” 38 Diyen ve bizzat Allah tarafından bu yeminini yerine getirebilecek imkânlarla donatılan şeytanın davet merkezinden gelen saptırmalardan korunarak onu aşmamız gerekmektedir. Mükâfatın büyüklüğü görevin zorluğunu bize göstermesi için yeterlidir.

Kimseye kaldıramayacağı bir vazife vermeyen Rahmetin sahibi ve tek kaynağı olan Allah bizleri de şeytanı ve tuzaklarından aşabilecek, saptırmalarından kurtulabilecek donanımlarla donatmıştır. İnsanın kurtuluşunun temel eksenini insanın yapacağı amelleridir. Bize sunulmuş imkânları doğru kullanarak, “bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderilen.” 39 Peygamberin örnekliğinde, şeytanın saptırmalarından korunacak doğru bir düşünce, doğru bir inanç, güçlü bir iman ve bu imanın gereği olan kişinin ve toplumun kalitesini artıran, ıslah edici, dünya çıkarından uzak salih ameller yaparak Allah’ın rahmetine mazhar olmasıdır.

Kişi bunu yapmadığı sürece, toplumda kazandığı itibarlı dindar kimliği, hayırlı bir toplumun içinde yer etmesi, serveti, eşi dostu onu kurtaramayacağı gibi, kendisini de bunlardan azade edemediğinden, davetçiliğiyle de kimseyi kurtaramayacaktır. Tarih bize Peygamberlerin davetine direk muhatap olmuş, onların yaşamlarını gözleriyle müşahede etmiş, vicdanlarından gelen uyarılara rağmen şeytani merkezin yanıltıcı davetlerine inanmaları ve bu davetin gereği bir yaşam kurgulamış, ellerindeki dünyalıklara güvenerekten Allah merkezli peygamber davetini reddetmiş kâfirler ve münafıklarla doludur. Bizimde -Allah korusun- böyle bir duruma düşme imkânı içinde olduğumuzun korkusuyla, “(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve «Ben Müslümanlardanım»40 diyebilecek ve tüm çabasını idrak ettiği imanını korumaya yönelttikten sonra, “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 41 Ayeti gereği böyle bir topluluğun inşası ve parçası olması gerekir. Çünkü “O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.”42

Rabbim bizleri bu davetler girdabında bilincini kaybetmeden Allah’a teslim olmuş, yaşantısıyla “davet” eden ve bunun sonucunda dünyada ve ahirette mutlu olacak davetçilerden eylesin. (AMİN)

 

Dipnotlar:

1- Saff 61/7

2- Hadîd 57/8

3- Al-i İmran 3/23

4- Nahl 16/125

5- Ra’d 13/14

6- Al-i İmran 3/104

7- Mü’min 40/41

8- Muhammed 47/35

9- Nahl 16/78

10- Tin 95/4

11- Kaf 50/16

12- Tirmizi, Rada: 16

13- Ebu Davut, Sünnet, 18

14- İbrahim 14/22

15-Şems 91/7-8

16- Buhari, Kader 1, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1,; Ebu Davud, Sünnet 17,

17- Gorki, Ekmeğimi Kazanırken, Oda Yayınları, s:298

18- Buhari, Mezalim 30, Eşribe 1, Hudud 1, 20; Müslim, İman 100, (57); Ebu Davud, Sünnet 16, (4689); Tirmizi, İman 11, (2627); Nesai, Sarık 1, (8, 64)

19- Ebu Davud, Sünnet 16, (4690); Tirmizi, İman 11, (2627)

20- İmam Humeyni, Kırk Hadis Şerhi s:21-22

21- Enfal 8/24

22- Yusuf 12/108

23- Nahl 16/125

24- Muminun 23/73

25- Kasas 28/41

26- Kasas 28/50

27- Ahkaf 46/32

28- İbrahim 14/22

29- Gorki, Ekmeğimi Kazanırken, Oda Yayınları, s:292

30- Nietzcsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Cem Yayınevi, s.70

31- Nahl 16/63, Ayrıca bk: Ankebut 29/38, Neml 27/24, En’am 6/43

32- Kehf 18/104

33- İncil, Matta 7/16-20

34- Bakara 2/16

35- Yasin 36/21

36- Şuara 26/109

37- Zuhruf 43/5

38- Araf 7/16

39- Ahzab 33/46

40- Fussilet 41/33

41- A’li İmran 3/104

42- Zuhruf 43/67

 

Önceki ve Sonraki Haberler