Özgür-Der 2009-2010 Aylık Panelleri Başladı

Özgür-Der 2009-2010 Aylık Panelleri Başladı

Türkiye’de Modern Cahiliyye” üst başlığını taşıyan bu dönem panellerinin ilki Ali Bulaç ve Hamza Türkmen’in katılımıyla 7 Ekim Çarşamba akşamı Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. İlk panelde "Müslümanlar ve Millî Dindarlık" konusu işlendi.

Özgür-Der'in 2009-2010 dönemi aylık panelleri başladı. "Müslümanlar ve Millî Dindarlık" konulu Şükrü HÜSEYİNOĞLU'nun yönettiği panele Ali BULAÇ ve Hamza TÜRKMEN konuşmacı olarak katıldılar.

 

Yoğun katılımın gözlendiği panel öncesinde söz alan Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Kenan Alpay bu dönemki panellerle ilgili olarak bilgilendirmede bulunurken seçilen konu ve başlıkların önemine değindi.

 

Müteakiben paneli sunmak üzere söz alan Şükrü Hüseyinoğlu camilere asılan ırkçı mahyalara dikkat çekerek bunun Türk ulusunu inşa çabalarının din ile olan irtibatı açısından somut bir örnek olduğunu söyledi. Türkiye Cumhuriyeti projesinin aynı zamanda yeni bir ulus toplumun inşasını ifade ettiğini belirten Hüseyinoğlu, buna paralel olarak "Yaratılacak yeni ulusun dini ne olsun?" sorusunun sorulduğunu kaydederek buna Hıristiyanlık, Şamanizm vb. cevapların verildiğini ancak son noktayı Mustafa Kemal'in "Müslümanlık Türkün millî dinidir." şeklinde koyduğunu söyledi. Buradan hareketle DİB vb. kurumların da bu politikanın sonucu olarak kurulduklarını kaydeden Hüseyinoğlu Türk ulusunu inşa etme amacıyla millî dindarlık projesinin devam ettiğini ifade etti.

 

İlk konuşmacı olarak söz alan Ali Bulaç konunun iki anahtar teriminin bulunduğunu kaydederek bunları dinî olan ve millî olan olarak tasnifledi. Müteakiben bu kavramlar ekseninde çeşitli tahlillerde bulunan Bulaç "Din; belli bir inanma, düşünme ve yaşam biçimidir. Varlık alanında dini olmayan hiçbir şey yoktur. Dinî olan-olmayan ayrımı kavramsal bir yanlıştır." dedi.

 

Dinleri vahiy temelli olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayıran Bulaç buna göre Ateizmin de bir din olduğunu söyledi. Dinî olmayan alanın inşa çabasının da insanın kurgusal bir yaratımından ibaret olduğunu kaydeden ve bunun şirk olduğunu belirten Bulaç şirki de şu şekilde tanımladı: "Tevhidden bir kaçışı yansıtan şirk tarihsel değil, evrensel bir kategoridir. Zihnî bir tutum, yaşam tarzı ve Allah'a rağmen bir yaşam alanı arayışıdır."

 

Millî olanı devletin inşa ettiği alan olarak tanımlayan Bulaç, millî olanı inşa çabasının çağdaş anlamda ulus-devletin yeni bir kültür, siyaset ve toplum formülasyonu olduğunu söyledi. Bunun için kültüre özellikle büyük önem atfedildiğini belirten Bulaç, kültürün ulus inşasında dinden yararlanmayı da içerdiğini kaydederek şunları söyledi: "Kültür sekülerdir. Onu insan değil devletler üretir. Kültürü oluşturan ulus-devlettir."

 

Ulus-devletin bunu da hukuk, eğitim ve ekonomi üzerinden oluşturmayı amaçladığını belirten Bulaç hukuka yüklenen öncelikli anlamın insan haklarının güvence altına alınması ve bunu tehdit edenlerin cezalandırılması değil (1) yeni bir ulus inşa etmek, (2) devleti halka karşı korumak olduğunu söyledi. Hukukun insan haklarını güvenceye alma yönündeki öncelikli fonksiyonunun üçüncü plana itildiğini belirten Bulaç Türkiye örneğinde olduğu gibi hukuka yüklenen birincil anlamın devletin güvenliği olduğunu kaydetti.

 

Türkiye tipi seküler-laik bir ulus inşasını öncelikli amaç olarak algılayan ulus-devletlerin eğitimden amaçladığının da itaatkâr yurttaş/vatandaş yetiştirmek olduğunu söyleyen Bulaç zorunlu eğitimi ve Türkiye'deki okul pratiğini kışla olarak nitelendirdi. Ekonomi unsuruyla ilgili olarak da ulus-devletin ekonomiden beklentilerini irdeleyen Bulaç, her ne kadar özelleştirme furyası revaçta olsa da ekonomi üzerinde Türkiye'de de, Amerika'da da, diğer ulus-devletler de de asıl müdahil gücün devletin kendisi olduğunu ifade etti.

 

Türkiye örneğinde seküler ulus inşa etmenin bundan daha fazlasını gerektirdiğini kaydeden Bulaç, bunun nedeninin de Osmanlı'dan devralınan dinsel miras olduğunu söyledi. Sistemin dini dışlayarak ulus oluşturmanın zorluklarını kavradığını belirten Bulaç, bu nedenle Diyanet teşkilatının oluşturulduğunu ve millî/ulusal kimlik oluşturma noktasında ona en az Askeriye kadar önem atfedildiğini kaydetti. Bulaç, Diyanet teşkilatının oluşturulmasında "Din" yerine "Diyanet" kelimesinin tercih edilmesinin de bir tesadüf olmadığını belirterek egemenlerin dini Türk ulusunu inşa etmenin sadece bir enstrümanı olarak kullandığını söyledi.

 

Millî din oluşturma yolunda yapılan kavram istismarına da dikkat çeken Bulaç bu meyanda millet, vatan ve gelenek kavramları ekseninde çeşitli saptamalarda bulundu.

 

Bu bağlamda millet kavramının gerek Kur'an ve sünnet de ve gerekse de Osmanlı'nın son zamanlarına kadar ki tarihî süreç içerisinde din anlamında kullanıldığına dikkat çeken Bulaç, Tanzimat süreciyle beraber bu kavramın Batılılaşmacı Osmanlı aydınları tarafından bilinçli olarak nation yerine kullanılmaya başladığını söyledi. Yine bu meyanda aşiret, kabile, kavim ve şa'b kavramlarını da irdeleyen Bulaç, bunların sayısal insan toplulukları anlamında kullanıldıklarını ancak fıtrî olgulara işaret ettiğini; nation/ulusun ise Sanayi toplumu ile ortaya çıkan yeni bir toplum modelini ifade ettiğini ve bunun kurgusal olduğunu kaydetti.

 

Vatanın da ulusçuluk öncesi çağlarda canlının içinde gözünü açtığı her hangi bir toprak parçası, en yakın yer anlamına geldiğini ancak yurttaşların yaşadığı siyasal/ulusal sınırları ifade eden anlamının ulus-devlet ile birlikte oluşturulduğunu söyledi. Nasyonal anlamda yapılan vatan tanımının vatanı/toprağı Allah'ın olmaktan çıkararak bir üst değere dönüştürmek istediğine dikkat çeken Bulaç, bunu toprağın sekülerleştirilmesi, laikleştirilmesi olarak tanımladı. Osmanlı'nın da Karlofça antlaşmasına müteakiben siyasal sınırlarının çizildiğine dikkat çeken Bulaç, İslamî terminoloji bağlamında özellikle de Ebu Hanife'nin vatan tanımına dikkat etmek gerektiğini belirterek onun vatanı hududullah'a riayet edilen, ilahî ahkâmın uygulandığı ve Müslümanların özgürce yaşadıkları toprak olarak tanımladığını; bunun dışında kalan tüm toprak parçalarının ise Müslüman için vatan olamayacağını söyledi.

 

Cumhuriyet ile birlikte İslamî terminolojiye ait olan millet kavramı etrafındaki semantik istismarın da zirveye ulaştığına dikkat çeken Bulaç, bu dönemde millet kavramına ince bir ayar çekildiğini ve kavramların istismarı üzerinden toplumun uluslaştırılmasının kolaylaştırıldığını ifade etti. Ayrıca insan fıtratında var olan tarihe-geçmişe bağlılık duygusunun da ulus-devletle birlikte yoğun istismara maruz bırakıldığını kaydeden Bulaç, "Tarihi, kültürü yapan insandır. Üretilen kültür, tarih hâsılasında vahiy varsa bu hikmettir. Tarihe, geleneğe, kültüre, âdet ve töreye vb. yaklaşımda adil bir kriterimiz olmak durumundadır." dedi.

 

Son olarak Suud İslam'ı, İran İslam'ı, Türk İslam'ı vb. terkiplere dikkat çeken Bulaç, bu vasatta âdeta "Benim İslam'ım en güzeli!" denilerek bir rekabete girişildiğini ve bu rekabetin birinci olarak Kafkaslar/Asya, Ortadoğu zemininde ikinci olarak da Batı karşısında sergilendiğine dikkat çekerek bütün bunların millî dindarlığa örnek teşkil ettiğini söyledi. Millî dindarlığın toplum tarafından talep bulmadıkça meşruluk kazanamayacağına dikkat çeken Bulaç, bunun için resmî ulema oluşturmanın önemini vurgulayarak dinin bu şekilde ulusal ideolojiye yedirildiğini söyledi. Bulaç, konuşmasını Müslümanların sahip olması gereken tutuma dönük saptamalarla tamamladı.

 

Soru-cevap bölümü olan ikinci turda da söz alan Ali Bulaç, Fethullah Gülen hareketi, AK-Parti, küreselleşme ve Müslümanların bunlara karşı tutumları etrafında çeşitli saptamalarda bulundu.

 

Fethullah Gülen hareketinin en önemli sorunları arasında liberallerin giderek artan inisiyatifi olduğunu söyleyen Bulaç, hareketin kendi aydınını yetiştiremediğini, yeni nesillerin beklentilerini liberalleri transfer ederek gidermeye çalıştığını ancak bunun yeni nesillerin geleceği açısından çok ciddi riskler barındırdığını söyledi. İkinci olarak bu hareketin Türkiye dışındaki eğitim müfredatlarında tabiî bilimleri çok önemsediğini ancak bunun yanlışlığını fark ederek sosyal bilimlerin önemini kavramaya başladığını ifade eden Bulaç, dünyayı yönetenin bugün sosyal bilimler olduğunu söyledi. Son olarak bu hareketin özellikle de Türkiye dışındaki eğitim kurumların Türklüğe dönük yoğun vurgusunun bir diğer sorunu ifade ettiğine dikkat çeken Bulaç, bütün bu zaafların kavranması ve aşılması için Zaman gazetesindeki köşesinde çaba sarf ettiğini ve kendi sorumluluğunun köşesi ile sınırlı olduğunu söyledi.

 

AK-Parti'ye yaklaşımının da eleştirel olduğunu kaydeden Bulaç, özellikle de bu partiyi ve ona yakın duran İslamî kesimleri üç açıdan eleştire geldiğini söyledi. İslamî kesimlerin ve bağımsız aydın-entelektüel şahsiyetlerin İslamî hareket için çok önemli olduğunu vurgulayan Bulaç, İslamî harekete Ortadoğu ve dünya ölçeğinde önemli katkı potansiyeline sahip olan Türkiye'deki bağımsız Müslüman mütefekkirlerin AK-Parti iktidarıyla birlikte memurlaşmaya başlamasının Türkiye İslamcılığı açısından büyük bir riski ifade ettiğini kaydetti.

 

Cemaatler düzeyinde de mevcut tabloyu eleştiren Bulaç, İslam tarihinin ana karakterinin sivil, hükümet dışı, muhalif fakihler olduğunu oysa Türkiye'de AK-Parti iktidarına müteakiben oluşan cemaat tablosunun devletin ve hükümetin uzantısı bir görünüm arz ettiğini söyledi. Bulaç, özellikle de Afrika'ya dönük yardım ve açılımlarda cemaatlerin devlet ve hükümet politikasının bir enstrümanı görüntüsü verdiklerini belirtti.

 

Üçüncü olarak da iktidar uğruna İslamî kimliğin terki sorununa dikkat çeken Bulaç, bunun gelinen aşamada çok önemli bir zaaf olduğunu belirterek "Özgürlük alanı yaratma adına İslamî kimliğin terkinden Allah Türkiye İslamcılığını mutlaka hesaba çekecek, cezalandıracaktır." dedi. Yine bu bağlamda reel-politiğin kanıksanmasına dikkat çeken Bulaç, iktidarı sorgulamadan iktidara düşkünlüğü en önemli sorun ve iktidara geldikten sonra adaletin gözden çıkarılmasının da çok önemli bir zaaf olduğunu belirterek bütün bunların Allah'la olan ilişkinin bozulmasının sonuçları olduğunu ve gerek iktidarda gerekse de muhalefette Türkiye İslamcılığının maalesef genel olarak adaletten yoksun olduğunu söyledi.

 

Son olarak küreselleşme ve Türkiye Müslümanlarına yansımalarına dikkat çeken Bulaç, küresel bir kriz sürecinden geçildiğini, insanların kendilerine yeni kökler arayarak arkaik kimlikler icat ettiğini ve buna yaslanma eğilimini geliştirdiklerini ve toplumun giderek parçalanıp çatıştığını belirterek şunları söyledi: "Bu parçaları birleştirmek ve yaşanılabilir bir dünya inşa etmek Erdoğan'ın mozaik vurgusuyla da, liberal demokrasi ile de olmaz. Postmodernizm parçaladığı hakikatin her parçasını ötekisiyle eşitliyor. Bununla da olmaz. İmkân ve umut sadece Müslümanlardır."

 

İkinci konuşmacı olarak söz alan ve tebliğine "Peygamberlerin dilinde Allah'ın dini birdir." tespitiyle başlayan Hamza Türkmen de kavramların önemine dikkat çekti. Vahiy dışı tüm inanç, duygu ve düşüncelerin Kur'an'da cahiyye kavramı ile tanımlandığına dikkat çeken Türkmen, fikrî ve mekânsal boyutlarda cahiliyyeden hicret etmenin sonucunda Kur'an toplumunun oluştuğunu, ne var ki tarihî süreç içerisinde yönetimde ve eğitimde Kur'an'dan uzaklaşma sonucunda çöküşün baş gösterdiğini söyledi. Mevcut duruma ilişkin olarak da "Müslümanlar bugün vahiyden uzak olarak biçimlendirilmiş ve hatta vahye doğrudan karşıt olan devletler de yaşıyor." diyen Türkmen, Seyyid Kutub'un bu toplumsal ve siyasal yapıyı cahiliyye olarak tanımladığını ifade etti.

 

Konuşmasında ulus toplum inşa etme amacıyla yapılan din istismarının bugün de yoğun bir şekilde sürdüğünü belirten Türkmen, selatîn camilerine asılan ırkçı mahyalara dikkat çekerek şunları söyledi: "Bu, Kemalizm'in bize doğrudan dayatılmasıdır. Müslümanlara ait mekânlar işgal altında. Ege bölgesindeki tüm camilere Türk bayrağını asmışlar."

 

Millilik/ulusçuluğun TC sisteminin temel dayanaklarından birisi olduğunu kaydeden Türkmen, hukuktan eğitime değin Batılı değerler ile biçimlendirilmiş ulusçuluğun topluma benimsettirilmeye çalışıldığını söyledi. Ulusçuluğun Batı'nın kendi tarihî gelişimi içerisinde Rönesans, aydınlanma ve Sanayileşme süreçlerinin ürünü olduğuna dikkat çeken Türkmen, ulusun ve ulusal kültürün kurgusal olduğunu ve bunun Batılı toplumlar için bir değer ifade edebileceğini ancak bu sekülerleştirme/laikleştirme projesinin Müslümanlara dayatıldığının görülmesi gerektiğini ifade etti. Nation kavramının galat tabirle millet ifadesi üzerinden Osmanlı döneminde Müslümanlara bulaştırılmaya başlandığına ve Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte bunun zirve yaptığına dikkat çeken Türkmen, Türkiye'de bu vasatta oluşan en büyük çatışmanın da ulusçuluk ile İslamî kimlik arasında baş gösterdiğini kaydetti.

 

Yukarıdan aşağıya doğru topluma giydirilmeye çalışılan bir deli gömleği olarak ulusçuluk dayatmasının Türkiye'deki tarihî süreçleri ve işleniş biçimlerine dikkat çeken Türkmen, "Türk şuuru" kavramının ilk olarak Ali Suavi tarafından kullanıldığını ve süreç içerisinde millet kavramının tahrif edilerek laiklik vb. Batılı değerlerle biçimlendirilmiş ulusçuluğun halka benimsettirilmeye çalışıldığına dikkat çekerek "Kur'anî kavramlar ile modern kavramları analiz etmek ve ayrıştırmak önemlidir. Bunları iç içe geçirdiğimizde işte o zaman konu başlığı olan Millî Dindarlık ortaya çıkıyor." dedi.

 

Türklüğün ümmet mi, kavim mi, ırk mı, ulus mu olduğu tartışmasının önemi üzerinde de duran Türkmen, bu alandaki kavram kargaşası ve zihin bulanıklığının yansımaları üzerinde durarak "İstiklal marşı bu kavram kaosunun örneğidir." dedi. Mehmet Akif ve Babanzade Ahmet Naim'in ulusçuluğu sorgulama yönündeki çabalarının önemli olmakla birlikte onların da bu kavram kaosunun etkilerini yeterince aşamadıklarını belirten Türkmen, Ahmet Naim'in ulusçuluğu salt kavmiyetçiliğe indirgemesinin hala bugün de süren bir zaaf örneği olduğunu söyledi. Bu bağlamda Türk kavramının ilkin bir sıfat niteliğinde olduğuna dikkat çeken Türkmen, millet kelimesi eksenindeki tahrifatın da kavranamayarak "Türk milleti/ulusu" terkibinin Müslümanlarca içselleştirilmesinin önemli bir sorun olduğunu oysa Türk tarihi, Türk kültürü, Türk edebiyatı ve hatta Türk dili eksenindeki bütün çalışmaların karşıtlarımız tarafından yapıldığını ve bunların kurgusal bir Türk ulus kimliği oluşturma çabasının ürünü olduklarını söyledi.

 

Seküler temelde bir Türk ulusu inşa etme projesinin Atatürk ilke ve inkılaplarının arkasındaki temel saik olduğuna dikkat çeken Türkmen buna karşı en büyük İslamî tepkinin de Şeyh Said kıyamıyla ortaya konulduğunu söyledi. Müteakiben ulusçu-Kemalist düzenin İslam karşıtı ulusçuluk politikasının Kur'an ve ezan yasağına kadar vardığını ve hatta bir ara bunun halkın camide namaz kılmasına da yansıtılmak istendiğini belirten Türkmen, bütünsel bir kalkış imkânı bulamasa ve geçmişten devralınan mirasın kirli yönlerinden yeterince arınamamış olsa da Osmanlı bakiyesi Anadolu Müslümanlarının cumhuriyet kadrolarının seküler ulusçuluk lehine politikalarına karşı ortaya koyduğu tepkilerin önemli olduğunu kaydetti. İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla icra edilen hukuksuzluklara da dikkat çeken Türkmen, halkın bu korku ve baskı yoluyla terbiye edilmek ve uluslaştırılmak istendiğini belirterek her ne kadar el altından hafız yetiştirme çabaları sürse de bu baskı ve zulüm cenderesinin halkı bunalttığını ve süreç içerisinde Türkçü-ulusçu düzenle uzlaşmaya sürüklediğini söyledi.

 

Küresel konjonktürün zorlamasıyla çok partili sisteme geçildiğinde Komünist tehdidin önlenmesi amacıyla Türkiye'deki düzenin Müslümanlarla barıştırıldığına dikkat çeken Türkmen, bu dönemden itibaren resmî olarak izlenen din politikaları sonucunda millî bir dindarlığın oluşturulduğunu ve ulusçuluğu takviye etmeyi amaçlayan bu kontrollü dinin hem geçmişten devralınan mirasın bulanıklığı ve hem de yoğun baskı ve zulüm politikalarının getirdiği eziklik sonucunda kanaat önderleri ve halk tarafından benimsenmeye başlandığını ifade etti. Yine bu dönemde Batıcıların 5.000 ve 7.000 yıllık Türk ulusal tarih tezlerine karşı gelenekçilerin vurguda bulundukları 1.000 yıllık tarih tezleri üzerinde de duran Türkmen, 1.000 yıllık Türk tarih tezinin önceleri dar bir muhafazakâr entelektüel grup tarafından dillendirildiğini ancak süreç içerisinde bünyesinde taşıdığı İslam sosu dolayısıyla bu yaklaşımın Müslümanlara sirayet ettiğini belirtti ve ulusçuluğun halka yayılmasında özellikle de bu yaklaşımın kanaat önderleri tarafından sahiplenilmesinin önemli bir rol oynadığını söyledi.

 

1960'lı yıllardan itibaren Müslümanlara hitap etmek üzere İslamî kaygılarla yayınlanmaya başlayan hemen tüm dergilerde "İslam'a ve devlete hizmet,", "İslam'a ve Türk devletine hizmet", "İslam'a ve Türk milletine hizmet" vb. vurgularla yayın dünyasına giriş yaptığına dikkat çeken Türkmen, sığınmacılık olarak nitelediği bu durumun oluşmasının en önemli nedeninin Kur'anî ölçülerden yoksunluk olduğunu belirterek bu formun süreç içerisinde kanıksandığını söyledi.

 

Son olarak 1.000 yıllık tarih vurgusunun öteden beri geniş İslamî kesimlerde yol aça geldiği tahribatlara örnekler veren Türkmen İslam'la Türklüğü buluşturmanın öbür adının millî dindarlık olduğunu ve bunun da 1.000 yıllık Türk tarih tezi üzerinden gerçekleştiğini söyledi. Türkmen birinci tur konuşmasını şu sözlerle tamamladı: "Mesela Erbakan 1970'lerden beri bilmeden kavramadan bu hikâyeyi anlatıyor. Diğerine oranla bin yıl vurgusu belki biraz daha ehven ama sonuçta bir damla da olsa içkinin bulaştığı sudan içemeyiz. Kimlik netliği önemli."

 

Kendine yöneltilen soruları cevapladığı ikinci turdaki konuşmasında da söz alan Türkmen, ulusçuluğun çeşitli semboller ve kavramlar üzerinden Müslümanlara bulaşma biçimlerine somut örnekler vererek net ve arınmış bir kimlik için kavramsal netliğin önemini vurguladı.

 

Bu meyanda "Türklük, Kürtlük vb. kavmî/tabiî mi, ulusal/kurgusal kimlikler midir?" sorusunu soran Türkmen İslamî duyarlılıklara sahip olan çoğu muhatabın bu soruyu "Ne fark eder ki!" cevabıyla karşılamalarının gösterdiği kavram ve kimlik bulanıklığına dikkat çekti.

 

Türkiye'de ulus kimliğin temel simgelerinden olarak karşımıza çıkan bayrak konusuna da değinen Türkmen konuşmasını şu vurgularla tamamladı: "Bayrak takıntımız yok ama bir sistem takıntımız var ve olmalıdır da! Çünkü bu sistem cahilî bir sitemdir ve Diyanet kurumu aracılığıyla halkı tebaalaştırmıştır! Camilerimize, okullarımıza, dinimize el uzatıyorlar ve bize sanal kutsallar dayatıyorlar. Müslümanlar duyarlı ama kavramları bulanık. Mahyalardaki ırkçı terkiplere cami cemaati en fazla homurdanabiliyor oysa Taksim'de beş bin-altı bin insan Türkiye gündemini alt üst ediyor. Bir Alevi'nin koluna sinek konsa adamlar ortalığı ayağa kaldırıyorlar. Filistin mitinglerinde insanlarımız ve hatta öncü şahsiyetlerimiz Türk bayrağının işlendiği Filistin bayraklarını boyunlarına dolayabiliyorlar! Demek ki bir bilinç sorunumuz var."

 

Haşim Ay / HAKSÖZ-HABER

 

ÖZGÜR-DER 2009-2010 AYLIK PANELLERİN İÇERİKLERİ İÇİN TIKLAYINIZ!

 

 

 

 

 

 

Fotoğraf: Murat Ayar

Önceki ve Sonraki Haberler