Özgür-Der Sakarya Seminerleri Başladı

Özgür-Der Sakarya Seminerleri Başladı

Sakarya Özgür-Der Şubesi seminerlerin ilki araştırmacı Yazar Murat Aydoğdu tarafından “İslamcılığın Milliyetçi Muhafazakâr Laiklikle İmtihanı” alt başlığı ile dernek merkezinde verildi.

Sakarya Özgür-Der Şubesi “Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak” üst başlığı ile gerçekleştirmeyi planladığı seminerlerin ilki araştırmacı Yazar Murat Aydoğdu tarafından “İslamcılığın Milliyetçi Muhafazakâr Laiklikle İmtihanı” alt başlığı ile dernek merkezinde verildi. Yaklaşık doksan dakika süren seminerin ardından dinleyicilerin katkı ve sorularının ardından sona erdi.

Müslümanların zihinlerine ufuk açmayı sağlayacak derinlik ve zenginliğe sahip seminerde Murat Aydoğdu’nun değindiği konular ve yapmış olduğu vurgular özetle şöyle;

Günümüz hâkim Batı siyasal literatürü Aydınlanma felsefesinin (Enlightenment) bir sonucu olarak dört ana dünya görüşü etrafında şekillenir.

Liberalizm, Sosyalizm, Muhafazakârlık, (Conservatizm) ve Milliyetçilik (Nationalizm)

Bilgi Sosyolojisi açısından Karl Manheim (1883–1947) Liberalizm’i Burjuva, Sosyalizmi Proleter, Muhafazakârlığı ise Aristokrat ideolojisi olarak tanımlar. İmmanuel Kant (1724–1804) Aydınlanma’yı “Rehberlik kabul etmeyen, önyargı ile bozulmamış aklın kullanımı ile ergin olmama halinden kurtuluş” olarak tanımlar. Öyle ki Aydınlanmanın öncülerinden kabul edilen Rene Descartes (1596–1650) materyalizme karşı idealist formda bile olsa akılcılığın öncülerindendir.

Aydınlanmanın olumsuz etkileri birçok düşünür tarafından özellikle muhafazakâr düşünürler tarafından eleştirilir. Muhafazakâr düşünürlerden Giambatista Vico (1668–1744) “Akıl adına hayal gücü yok edilemez” diyerek Hayal gücünün, idealist düşüncenin yaratıcı materyalist düşüncenin ise donuk olduğunu söyler. Vico’ya göre Aydınlanmacıların İlerlemeci (Progressive) tarih anlayışları yanlıştır. Tarih devridir (Cyclic) ve toplumlar değerler açısından ileri ya da geri gidebilirler. Daha doğrusu her toplum doğar, yaşar ve ölür. Julien Freund (1921–1993) “Kartezyen akla (Sadece matematik ve fiziki bilgiyi kabul eden akım) karşı tarihe, şiire, hatta insanın ve toplumun ampirik (deneysel, tecrübi) bilgisine itibar kazandırılmalıdır.” der. Aydınlanmaya yapılan eleştiriler sadece Muhafazakâr düşünürlerden gelmez. Friedric Nietzsche (1844–1900) Dinin yerine bilimsel aklı koyma çabalarını eleştirir. O’na göre akıl tiranlığa yol açar, bu tiranlık insanın özgürlüğünü inkâr ederek nihilizm’e sonrasında ise mutlak bilginin inkârına giden yıkıcı bir yoldur. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü Tanrıyı yaşamların dışına iten kişilere karşı ironik bir sataşmasıdır. Yine Marksist düşünürlerden Michael Foucault (1926–1986) ve Jackues Deridda (1930–2004) Bilimsel Rasyonalizm’in tiranlık, Aydınlanmanın ise totaliter olduğunu vurgularlar. Eleştirel Kuramcı Dorinda Outram’a göre Rasyonalizm neyin akli olup, neyin akli olmadığı hususunda görüş birliği sağlayamaz; gelenek, mitoloji ve Vahiy gibi yollar bu görüş birliğini sağlayan araçlardır. Bu yaklaşım bize İsa’nın sözünü hatırlatıyor: “Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak içinZuhruf 36

“Siyasal olan şeylerin doğasının gerçek bilgisi ile doğası gereği en iyi olan siyasal düzenin bilgisini araştırırlar” Socrates’in (M.Ö. 469–399) getirdiği bu tanımlamaya Siyaset felsefesi olarak bütün doktrinleri dâhil edebiliriz. Mutlak bilginin kaynağı olarak Platon hatırlama (anamnesis) Kilise yalın olarak Vahiy Aydınlanmacılar ise doğrudan İnsan zihninden kaynaklanan aklı alırlar. Bize yabancı bir ayrıştırma ürünü olan bu sınıflamaya karşı Zikr(hatırlama), Vahiy (Gayb’dan haber) ve Akıl (kavrama) arasında sıkı ilişkiler vardır.

John Cottingham’a (1943-…) göre ise “Doğamızda bulunan, varlığımızın en karanlık, en duygusal yanı Dyonusos’çu boyut ile saf akılcı Apollon’cu boyut’un ayrılması çağımızın ana sorunu’dur.”

Cottingham’ın değindiği bu sorun; insan fıtratının bir özelliği olan istikrar arayışını muhafazakârlık, dayanışma duygularını ise milliyetçilik şekline çevrilmesi ile ideolojileştirir. Bu açıdan Muhafazakârlık ve Milliyetçilik kitleler bazında doktriner bir ideoloji olmaktan çok tepkisel bir duruş, üslup, insani eğilim ve mizaç halindedirler. Ancak Karl Manheim’in tabiri ile “Ancak Aristokratlar Muhafazakârlığa bir ideoloji olarak bakarlar” Yine Milliyetçilik bazı güç odaklarının iktidar amaçlı kullandıkları bir kitle eğilimidir. Bu açıdan Milliyetçilik ve Muhafazakârlık, Liberalizm ve Sosyalizm’den farklıdır. Zira Liberalizm ve Sosyalizm’in buna bağlı olarak bir ütopyası, kurgulanmış toplum modelleri vardır.

Nationalizm’in İslam literatüründe tam karşılığı yoktur. Kur’an da kullanılan Şuub, Kavm, Şecere, Kabile kavramları toplulukları tanımlamak için kullanır, ama bir değer, ahlak, hukuk ve toplum modeli olarak devlet ortaya çıkaran kavramlar değildirler. İnsanoğlunun birlikte yaşama şartlarının oluşturduğu bu yapılar, en küçük yapı taşı aileden itibaren doğal-fıtri özellikleridir. İnsanoğlu topluluklar halinde yaşarken tanımadıkları, yabancı olarak algıladıkları diğer topluluklara kuşku ile bakmaları, korunma amaçlı ve dayanışma odaklı davranışları birçok durumda çatışmaya da zemin hazırlar. Bu nedenle Kur’an “birbirinizle tanışmanız için sizi şuub’lar ve kabileler kıldık. Hucurat 13 ayeti ile tanışmanın vurgulanması tesadüfî değildir. Zira düşmanlığın temeli olan yabancılaşma, ötekileştirmenin en güzel yönü bu tanışıklıklardır. İnsan kendi formuna yabancı bir topluluğun farklı dil, kültür, yaşam biçimi, örf ve adetleri ile karşılaştığında temkinli davranır ama o kültürün içerisinde bir miktar yaşaması ile onlara ünsiyet sağlaması ve dost haline gelmesi çok sık gözlenilen bir durumdur.

İbn Haldun (1332–1406) “Umran ağacının kökü badiye (arazi, toprak) gövdesi mülk ve hadara (Medeniyet, şehirleşme), özsuyu ise Asabiye’dir” sözü ile topluluk dayanışması olan asabiye’ye bir tanım getirir. Ve devamında Asabiye’yi ikiye ayırır.1/Nesep (şecere, soy) asabiyesi 2/Sebep (muktesep, kazanılmış) asabiyesi

Birincisi daha ilkel, bedevi topluluklarda oluşurken ikincisi, medeni topluluklarda oluşan birlikte yaşam ve dayanışma duygusudur. Yüzyıllardır Doğu ve Batı toplumlarında bu topluluk yapılanmaları devlet yapılanmalarının ana gövdesini oluşturmamıştır. Aile, saltanat üzerinden bir iktidar aracı olarak kullansa da tabiiyetindeki diğer topluluklarla birlikte belli hukuk içerisinde yapılanmışlardır, ta ki; aydınlanma sonrası Batı buhranları ile üniter, tek tipçi Nationalizm denilen çatışma aracı haline gelene kadar. Aydınlanma hareketinin bir yan etkisi olarak ve iktisadi sisteminde dayatması olarak toplumsal yapılanma devlet doktrinleri haline gelir. Sanayileşme ve fabrikalaşma ile Fransa gibi bir ülkede yüzlerce dil ve lehçe’nin işçi kitlelerinin yığıştığı sanayi şehirlerinde tek tipliliğe dönük çalışmaların başında bu dil homojenleştirmesi merkezi bir yerdedir. Ve Fransızcanın Paris çevresi lehçesi diğer topluluklarına dayatılır. Irkçı yaklaşımlara kadar varan bu ötekileştirme aslında gerçeklere de aykırı bir yaklaşımdır. Zira en soyutlanmış topluluklarda bile İnsanoğlunun dört ana ırk özelliği olan Sarı, Bayaz, Siyah ve Kırmızı ırk genleri iç içedir ve dünyada saf ırk yoktur. Özellikle ırkçılığın beşiği Avrupa Kıtası ve Ortadoğu ırksal karışımların azami olduğu bölgeler olması ironik bir gerçekliktir. Nationalizm’in bir siyaset felsefesi olarak İslam dünyasına girişi zorlama ile olur. Kura’ni kavramların kullanışına uygun olmayan Natoinalizm bütün uyumsuzluğuna rağmen Milliyetçilik adı altında meşrulaştırılır. Batılılaşmanın birey ve topluma Jakobence dayatılmasının ardından İslami çağrışım yapan her şeyin silinmesi amacı ile bu kelime de değiştirilmek istenir, zira aslına dönebilecek mahiyeti vardır. Türkçe’de Budun gibi soy’a dayalı kavramın çekiciliği ve etki darlığı gözetilmiş olacak ki; Moğolca’daki “Kabileler federasyonu” anlamında kullanılan Ulus kelimesi seçilir.

Batı Aydınlanmasının ardından Krallıklar ve teokratik dönemlerde bile gözlenemeyen kitlesel yıkımlar Muhafazakâr tepkilere neden olur. Özgürlük adına terör, barış hayallerinin yerine kıtasal ve nihayet global savaşlar gelir. Cumhuriyetlerin peşinden oligarşiye ve nihayet imparatorluklara dönüşen siyasal yapılanmalar. Kralların bile elde edemediği yetkilerle otokratik, totaliter liderler doğurur.

James Madison’a göre (1751–1836) Muhafazakârlık Rasyonalizm ve onun gelenek, sezgi gibi bilgi kaynaklarından soyutlanmasına tepkidir. Bu tepkisel kitle psikolojisi potansiyel oluşturur. Eski konumlarını kaybeden ya da tehlikeye girdiğini fark eden Aristokrat kuramcılar tarafından sistematize edilen Muhafazakâr Siyaset Felsefesi oluşur. Aslında bu Aristokrat kesim Aydınlanma felsefesinden bağımsız da değildir. Hatta onun akılcılığını ve ilerlemeci değişimciliğini de inkâr etmez ana fikir devrimsel bir hızlı değişim değil, reformist bir yavaş değişimdir. Muhafazakârlığın en önemli ismi Edmund Burke (1729–1797) koruyucu (preservation) bir değişim ile tepkinin felsefi boyutunu çizer. Bu açıdan Muhafazakârlık Aydınlanmanın bir ürünüdür de.

İslam dünyasında ve özelde Osmanlı coğrafyasında Muhafazakârlık ve Milliyetçilik aynı minvalde oluşur. Bir farkla ki; Batıda devrimler kitlesel tabandan şekillenirken Osmanlı’da Saray’dan tepeden şekillendirilmektedir. Batı’da yerinden olan Aristokrat ve Eski iktidar odaklarına karşı Osmanlıda oluşmuş sınıfsal yapı yoktur. Milliyetçilik akımı, İslam düşüncesi içerisinde karşısına dikilen Ümmetçilik anlayışı ile çatışmasına karşılık Muhafazakârlık bir çatışmadan çok pasifleşme şeklinde ortaya çıkar. Raşid el Gannuşi’den (1941-…), Abdülvahap el- Messsiri (1938-…), Fehmi Hüveydi (1937-…) ve Malezya eski başbakan yardımcısı ve Eski maliye bakanı Enver İbrahim (1947-…) Muhafazakâr değerleri sahiplenirler. Bunu siyaset felsefesinden öte örfi, teamül gibi İslami çerçevede ele alan ve İbn Haldun’un roplum bilimleri açısından değerlendiren Müslüman düşünür ve siyaset bilimcileri içim Muhafazakârlık Milliyetçilikle olduğu boyutsa bir çatışma alanı oluşturmaz.

Osmanlı Batılılaşmanın son ürünü Türkiye Cumhuriyeti, savaş yorgunu topluma İttihatçı çeteleşmenin artıkları tarafından dayatılan Jakoben bir safha’dır. Bütün İslami muhalefetin ezildiği, sürüldüğü dehşetli devlet terörü ardından toplumda iki genel eğilim oluşur. Hızlı değişim olan devrimlerin bozduğu toplumsal yapıların yerine yeni bir değer yargısı konulamamaktadır. Birinci eğilim Muhafazakâr tepkidir. Bu fıtri tepkiyi edecek İslami kurumlar ezilmiştir. Yine bu fıtri ama durağan eğilimi kanalize ederek devinime dönüştürecek, muhafazakârlıktan müceddidiliğe (öze dönüş’e) fıkhi, fikri oluşumların yapılanamaması ile kitlede muhafazakârlık eklektik bir Müslüman kimlik oluşturur.

Ulus modeli bir yeni toplumsal modelin oluşturulması ve sistemin nefes alacak bütün alanları kapatması İslamcı tabir edilen kesimlerde karşıtına sığınma etkisi oluşturur. Yusuf Akçura 1876–1935) gibi Türkçü-ırkçı yapılanma, Ziya Gökalp (1875–1924) türkü ideoloji kuramcısı temelde İslami bir yapılanma ve gaye gütmezler. Laik kadroların yeni toplumu şekillendirmesinde de önemli görevler üstlenirler. Buna karşılık Ziya Gökalp’ın İslam olmadan Türk kimliğinin korunamayacağına dair yaklaşımı vardır. İşte bu argüman, İslamcı bir takım çevrelerin elinde Irkçı ya da Sümerlere Hititlere dayandırılan toprağa dayalı ulus modellerine karşılık Türk-İslam sentezine yol açacak bir alan açma çalışmasına dönüşür. Öyle ki ilk dönemin müceddidi eğilimler gösteren Sebilürreşad dergisi müellifi Eşref Edip (1882–1971) ve yazarı Mehmet Akif (1873–1936) İslami temelli kişilerde bile Milliyetçi bazı kalıntılar mevcuttur. Bu eklektik yapılanma Nurettin Topçu (1909–1975) gibi sosyalist, mutasavvıf ve İslam sentezi karışımı düşünce tarzında bile Anadolu Milliyetçiliği şeklinde vuku bulur. Milliyetçi birçok yapılanma sonradan İslami referanslar edinme çabası içerisinde olsa da ana gövde tepkilerini milliyetçi zeminde vermektedirler. Örneğin MTTB 4 Aralık 1916’da İttihatçıların teşviki ile Darül Fünun öğrencileri tarafından kurulur. Tek parti döneminde CHP’li gençlerle beraber temel ekseni Türk milliyetçiliği olan birçok eyleme imza atarlar. Razgrad olayları (1933), Vagon Li hadisesi (1933), Hatay mitingleri (1936) gibi tamamen Türklüğü koruma üzerine ve Tan baskını (1945) gibi anti-komünist faaliyetler içerisinde yer alırlar. Tevfik Celal İleri (1911–1961) döneminde ve daha sonra İsmail Kara (1955-…) döneminde İslami karakteri ağır bassa da söylemleri Türkiye merkezli ve Türkiye önderliğinde şekillenmiştir. Burada kuvvetli ayrıştırıcı Milliyetçi etki daha baskındır.

İslam düşüncesinin sadece dolgu maddesi olarak algılandığı birçok sentez de Muhafazakârlık harç malzemesidir. Cumhuriyet dönemi Muhafazakâr düşünce yapılanması Remzi Oğuz Arık’ta (1899–1954) Milliyetçi-Muhafazakâr formdadır. Arık “İdealler ızdıraplardan doğar” yaklaşımı ile idealist hızlı değişimin toplumsal zeminde ortaya çıkardığı problemleri görür. Ona göre Milliyetçilik; toplumumuzun, toprağımızın ve tarihimizin gerçeklerine uyan realistik bir akımdır. Ali Fuat Başgil’de (1893–1967) Liberal-Muhafazakâr formda şekillenen Muhafazakârlık; Liberalizmin özgürlük, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi değerleri ile muhafazakârlığın ahlak ve geleneği sentezlenmesidir. Nurettin Topçu ((1909–1975) ise Devrimci/Sosyalist-Muhafazakârlık çerçevesi çizer. Her üç akımda özü itibarı ile Laik/sekülerdir. İslami değerleri bir miktar meşrulaştırma amacı ile eklektik şekilde kullanırlar. Ama Tek parti terörünün Şeyh Sait Kıyamı sonrası sadece programındaki “Fırkamız itikad-ı diniyeye ve fikriyeye hürmetkârdır” maddesinden dolayı 5 Haziran 1925’te Terrakiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatması dönemi en iyi anlatan bir uygulamadır. Müslüman kitle kendisini Islama nispet etse de bunda bilinçli ve birikimli değildir. Bunu sağlayacak kurumsal yapılanmalar tasfiye ve yok edilmişler, baskı altına alınmışlardır. Kile Yeni rejimin ürettiği ama jakoben olmayan Muhafazakar ve Milliyetçi kurumlarına destek verecektir. Değişimin, Batılılaşmanın müdavimleri arasında yer alıp sonradan daha kapsamlı düşünen İlk dönem muhafazakârları arasında İbrahim Şinasi (1824–1871) Anayasal yönetim üzerine muhafazakârlıkla gelişigüzel Batılılaşmaya karşı çıkar. Prens Sabahattin (1878–1948) Liberal-muhafazakârlığın ilk temsilcilerindendir. Ona göre sert önlemlere gerek yoktur, piyasa değişimi doğal seyrinde oluşturacaktır. Said Halim Paşa (1863–1921) Ananelere saygılı bir değişimi öngörür.

Cumhuriyet döneminin terör politikalarının ardından muhafazakâr oluşumlar slogana dönüşmüş tutucu CHP Kemalistlerine karşılık sanat, edebiyat, siyaset ve entellektüelizm de daha güçlü hale gelirler. Bunların önemli isimleri; Hilmi Ziya Ülken, Fuat Köprülü, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi, İsmail Hakkı Danişment, Nevzat Yalçıntaş, Ahmet Kabaklı, Cevat Rifat Atilhan, Yahya Kemal, Cemil Meriç, Tarık Buğra, Ferruh Bozbeyli vb birçok isim sayılabilir. Bunlar önemli oranda İslami bir faaliyet içerisinde olmayan, temel referansları daha eklektik veya seküler düşünürlerdir.

Tek Parti döneminin baskıcı yapılanmasını çözen yine Muhafazakâr tepkileri siyaset felsefesine dönüştüren Yeni rejimi yetiştirdiği Laik ve elitist kadrolar olur.

Siyasal-Toplumsal yapılanmalar iki ana alanda etkinleşirler. Birincisi iktidarı hedefleyen ve toplumsal dönüşümü tepeden aşağı şekillendiren Dikey merkezli yapılanmalardır. Bu tip yapılanmalar illegal alanda devrimci ve ihtilalci metodoloji takip ederlerken, legal alanlarda Reformcu ve siyasal yapılanmacı metodoloji takip ederler. İkinci yapılanma türü, Yatay merkezli, kimlik oluşturmaya ve toplumsal ilişkilere dayalıdır. Yine bunlar legal alanda Alan oluşturma, cemaat faaliyetleri gibi güçlenmeye muhafazakâr sivil toplum yapılanmaları şeklinde gelişirken illegal alanda içe dönük, sufist ve bireysel yapılanmalardır. Bütün hareketlerde az ya da çok bu tip eğilimler bulunur. Gerçekte toplumsal ilişkiler alanında bir yapılanma toplumsal kurallarla karşılaşır, bütün sınırlandırıcı etkilerine rağmen kendi söylemi ve kimliğini kaybetmeyecek tarzda sosyal ilişkilere girmek zorundadır. Bu anlamda illegal olmak vesayete girmemek gibi bir kimlik saflığı olarak anlaşılsa da bütünüyle illegallik reel şartlarda ideal ve imkânsız bir durum, ancak saflaşma ve fiili-topyekün çatışma halinde oluşabilecek bir haldir. Aynı şekilde yatay bir hareket toplumsal bağlar ve kitle teması açısından her ne kadar zorunluluksa dikey harekette o kadar iddia ve vtez sahibi olmaktır. Net ve keskin ayrımlar yerine mutedil dengeler siyasetin doğasıdır.

Tek parti ve ardından DP döneminin ardından İslami direnişin hemen hemen tek odağı ve yapılanması olan Nakşibendîlik toplumsal-siyasal planda daha etkin olur. Milliyetçilikle ve muhafazakâr sağ ile özellikle bunların seküler/laik formları ile etkin çatışma alanı ile ayrışan Nakşibendîlik Bu etkilerin kendi içerisine sızmasını engelleyemez. En son tahlilde İslamcı kadroların büyük oranda yeni üst sınıf ve sekülerleşen, yozlaşan kesimleri bir yanda siyasal alan açma faaliyetleri çerçevesinde Milliyetçi-Muhafazakârlık yumuşayarak ve form değiştirerek içselleştirilir. Dört eğilim adı altında toplumsal realite ve pragmatist argüman olarak bu kavramlar geniş ve farklı kitleler desteği amacı ile kullanılır. Nihayetinde Yine alan açma ve iktidar odaklı dikey siyaset amacı ile İslami söylemin terki, niyetlerin kamuflesi ve takiyyeci bir laiklik ikrarı siyasal bir yöntem olarak kabul edilir. Dar ve çekirdek kadro’nun bu yöntem yapılanışı ikinci halkada eklektik ve hatta İslami referans dışı kesimlerle çatı altı ittifaklar oluşturur. Burada asıl problem bir dönem çatışma içerisinde oldukları Siyaset Felsefesi ve Seküler anlamı ile Muhafazakârlık ve Milliyetçiliğin Müslüman kitlede daha aklileştirilmiş yerleşmesidir. Siz ne kadar İslami bir niyetle yapmıyoruz deseniz de toplum ve kitleler bazında bu bir prototip ve İslami kimlik olarak alınmaktadır.

Bulunduğumuz dönem jakoben baskı ve yeniden sosyal yapılanma ve siyaset felsefelerinin alan bulmasının ardından üçüncü bir dönem olarak kritik bir safhadır. Öyle ki; ötekileştirici ve çatışmacı etkisi ile Milliyetçilik, durağan ve kaynaklara dönüşü önleyici yapısı ile Muhafazakârlık İslam düşüncesinin önünde devasa bir engel olarak onları imtihana tabi tutmaktadır ve kitlenin Muhafazakâr ve Milliyetçi kimliklerden arındırılması önemlidir.

Diğer bir etkileşim ise Türk olmayan halklar üzerinde gerçekleşmektedir. Son iki yüzyıldır uygulanan baskı ve asimilasyonunun daha şiddetli mağdurlarının, mağduriyet halleri giderilmeden yapılacak ne bir ıslah hareketi, ne de bilinçlenme hareketi kitlesel başarı kazanamaz. Buradaki yatay ve derin sorunda; Fıtri değerlerin savunulması ve baskıya karşı mücadele ile yeni bir seküler etki altındaki Ulusal model ve muhafazakâr tepkiler oluşumu, bunların siyaset felsefesi olarak doktriner bir forma dönüşmesi eğilimleridir.

Her kesimden Müslümanların Milliyetçi ve Muhafazakâr laiklikle imtihanı derinleşerek sürmektedir. Daha derinlerde; ırki olmasa da Milliyetçi ötekileştirmeler cemaat, mezhep, parti gibi çatılarda, İslami kaynaklara dönüşe karşı Muhafazakâr direniş ve durağanlık gelenekselleşmiş bütün İslami yapılanmalarda bir eğilim ve davranış tarzı olarak nüksetmektedir. Bütün bu Siyasal, Milliyetçi-Muhafazakârlığın yegâne ilacı da; Adil Şahitlik bilincinin geliştirilmesidir ki, bu koordineli ve ayrı bir çalışmanın konusudur.  

Önceki ve Sonraki Haberler