Sünnet, hadis ve haber kavramlarının mahiyeti

Sünnet, hadis ve haber kavramlarının mahiyeti

Üsküdar Özgür-Der’de her ayın dördüncü haftası yapılacak olan ‘Sünnet ve Hadis Kriterlerine Güncel yaklaşımlar’ başlıklı programın ilk dersi gerçekleşti.

İlk dersin konusu olan ‘Sünnet, Hadis ve Haber kavramları’ konuşmacı Taner Bayraktar tarafından dinleyicilere aktarıldı.

Sunumuna Sünnet kavramının tanımıyla başlayan Bayraktar;  

SÜNNET

Kelimenin kökünün fiil olduğunu kabul eden dil okuluna göre sünnet kelimesi Arapça ‘s-n-n’ veya ‘senne’ fiilinden türemiştir. Senne fiili kılıç ve mızrağı bilemek veya yeni bir şekil vermek anlamında kullanılmıştır. Ancak bu şekil vermenin yeni ve orijinal olmasına dikkat çekilmiştir.

Senne fiilinin diğer bir sözlük anlamıda dökmek ve akıtmak demektir. Birinci kullanımdaki orjinallik yerine bu kullanımda süreklilik vardır. Bu fiil lugatta ayrıca sınırlama sınır çizme kural koyma ve belli bir düzene sokma anlamlarında kullanılmıştır. Bu kullanımda düzenlilik ve belli bir standarda kavuşma söz konusudur.

Kelimenin kaynağının isim (mastar) olduğunu kabul eden dil okuluna göre ise sünnet kelimesi senen, sünen veya sinen mastarından türemiştir yol ve çığır demektir. Aynı zamanda hayat biçimi, davranış tarzı anlamları da vardır. Bu yol birinci kullanımın bütün anlamlarını içerir; yani bu yol yeni açılmış orijinal bir yoldur, sürekli kullanılan düzenli bir yoldur. Bunlardan başka senen orta yoldur yolun tam ortasıdır.

Sünnette olması gereken özellikler:                                                                                                   

1-Orijinallik / Özgünlük 

Bir tutum ve davranışın ‘sünnet’ adını alabilmesi için yeni ve orijinal bir davranış olması gerekir.                                                                                                                     

2- Süreklilik 

Hiçbir tutum ve davranış ne kadar orijinal olursa olsun bir defa yapılmakla sünnet adını almaz. Ya bu tutum ve davranışın ilk öncüsü tarafından ya da bunu hayatına katan toplum tarafından sürekli tekrarlanması gerekir.                                                                                                                                                             

3- Bilinçlilik 

Bir uygulamanın ‘sünnet’ adını alabilmesi için bilhassa ilk öncüsü tarafından bilinçli bir şekilde meydana getirilmesi gerekir. Sünnet kendi eylemlerine sahip olabilen bilinçli/irade sahibi faillerin davranışlarıdır. Bu sebeple gayri ihtiyari davranışlar alışkanlıklar sünnet adını almazlar.                                       

Sünneti örf, adet, anane, teamül ve göreneklerden ayıran da orijinallik niteliği yanında bilinçli olarak yapılmasıdır. Bu özelliğini kaybeden sünnet adet haline gelir.                                                                                        

4- Olumluluk   

Sünnet kavramının gerek cahiliye şiirlerindeki gerekse sözlüklerdeki kullanımlarını esas aldığımız zaman bazılarının ifade ettiği gibi, onun tarafsız nötr bir kavram olmadığını görürüz. Yani kötü ve yanlış davranışlar süreklilik arz etseler de sünnet adını almazlar.                                                                                                                                  

5- Örneklik 

Sünnet kavramının olumluluk unsurunu pekiştiren diğer bir husus, sünnet adını alan bir eylemin örnek bir davranış olması gereğidir. Toplumun onu hayatına katması da bu örnekliğinden kaynaklanır.                                                                                                                                                                         

6- Doğruluk    

Sünnete ‘yol’ anlamı verilirse bu yolun en belirgin niteliği doğru, düzgün ve belli bir standarda sahip olmasıdır. Yani bir eylemin sünnete dönüşmesi için belli bir standarda ulaşması gerekir. Eğer birinin tutum ve davranışını kendimize örnek kabul ediyorsak bu örneğe uyduğumuz ölçüde eylemimiz standarda en uygun ve doğru bir eylem olacaktır. Şu halde sünnet kelimesinin anlam çerçevesinde istikamet ve doğruluk unsuru da vardır.                                                                                                                            

7- Mutedillik   (orta yol) 

Aşırı tutum ve davranışlar ne kadar orijinal özgün olurlarsa olsunlar, ne kadar taraftar bulurlarsa bulsunlar, sünnet adını almazlar. Sünnet sağa sola sapmayan orta ve mutedil bir yoldur.                                                                                                                                                 

8- Kuralsallık 

Saydığımız bütün bu unsurlar kuralsallık ilkesini ön plana çıkarmaktadır. Sünnet, tutum ve davranışla ilgili bir kavram olduğuna göre, bir toplum tarafından uzun zamandan beri tatbik edilen bir uygulama, onun sadece fiili uygulaması değil, aynı  zamanda kuralsal uygulaması olarak da düşünülmüştür.                                                                                                                    

 İslami dönemdeki kullanımından önce de ‘sünnet’ kavramı vardı ve itibar ediliyordu. Cahiliye devri arapları sünnet kavramını ‘mutat’ ya da ortak örfleri için ataları tarafından tayin edilmiş örnek davranış ve kadim adet anlamında kullanmışlardır. Bu adetlere de harfiyen uymuşlardır. Çünkü onları kendileri için bir hayat standardı olarak kabul etmişlerdir. İslam öncesi arap sünneti, temelde dedelerinin adetlerine göre oluşmuştur. Arapların bu telakkisi ile Hz. Peygamberin mesajı iki açıdan derin farklılık arz eder. Hz. Peygamberin davetinin kaynağında Allah düşüncesi vardır.

Hz. Peygamber ataların geleneği üzerine kurulu bulunan sünnet geleneğini yıkmak, yerleşik arap teamülünün temel esaslarını ortadan kaldırmak ve hayatın akışını kendi getirdiği ilkeler istikametine çevirmek istiyordu. Bu itibarla iki sünnet anlayışı birbirinden tamamen farklıdır.                                          

 

Sünnetin Kur’an’daki anlamları                                                                                                        

Sünnet kelimesi Kur’an’da tekil kalıbında on dört yerde; çoğul kalıbında ise iki yerde geçmektedir.                                                                                                                    

Bunlardan hiçbiri terim (ıstılah) olarak yani Hz. Peygamberin sünneti anlamında değildir.                                                                                                                     

Bunlardan sekiz formu Sunnetullah şeklinde iken diğerleri Sunnetuna, Sunnetu men ve Sunnetu’l evvelin gibi isim tamlaması şeklindedir.                                                                                                               

Kur’an’daki sünen kelimesi bizzat kanunlardan söz ettiğinden Sunnetullah= Allah’ın kanunu;                                                                                               

Sunnetu’l evvelin ise Allah’ın önceki toplumlarda uyguladığı kanunlar olarak anlaşılabilmektedir.   

 

Kur’an’da sünnet kullanımlarına örnekler                                                                                                                                               

Muhakkak ki sizden önce birçok olaylar, şeriatler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin, dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu bir görün. (Ali imran/137)(sunenun)  

 Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa/26)(sunenellezine)                                                              

Ey Muhammed! İnkâr edenlere söyle: Eğer (iman edip, düşmanlık ve savaştan) vazgeçerlerse, geçmiş günahları bağışlanır. Eğer (düşmanlık ve savaşa) dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun devam etmiş olacaktır. (Enfal/38) (sunnetul evvelin)    

Önceki milletlerin (helâkine dair Allah’ın) kanunu geçmiş iken onlar buna (Kur’an’a) inanmazlar.      (Hicr/13)(sunnetul evvelin)      

 Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız kanun budur. Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın. (İsra/77)(sunnete men)    

 Allah'ın geçmişlere uyguladığı yasası budur ve Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın.   (ahzap/62) (Sunnetullah)   

 Hz.Peygamberin yaptığı veya belirlediği davranış tarzları anlamında;

Herşeyden önce Hz.Peygamber Kur’an tarafından en güzel örnek (Usve-i Hasene) olarak takdim edilmiştir. İnsanları bu örneği  model edinmeye (imtisal) ona tabi olmaya (ittiba) onu rehber edinmeye (iktida) ve ona uymaya (ita’at) davet etmiştir.     

Gerek Kur’an’ın telkin ve teklif ettiği gerekse Hz. Peygamberin ortaya koyduğu usve-i hasene, buna ittiba edilmesi fikri kısa sürede gerçekleşerek eyleme dönüşmüş ve bu eylem ilk yıllarda amel, fiil ,kavl, fıtrat, sünnet gibi çeşitli kelimelerle ifade edilmiştir.                                                                                 

Kavramın henüz oluşmadığı bu yıllarda söz konusu eylem ve mefhumdan bu benzer ifadelerle bahsedilmiştir. Özellikle Hz. Ömer, İbn  Mes’ud ve Hz. Ali gibi sahabelerin bazı kullanımlarında sünnet kelimesinin sözlük anlamından çıkıp bir terime dönüşmeye başladığı gözlemlenmektedir.   

Büyük sahabelerin dilinde sünnet; Hz. Ebubekir’in dilinde sünnet Kays b. Ebi Hazim’in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber’in vefatından sonra halife olan Hz. Ebubekir, müslümanları mescitte      toplamış ve onlara şöyle hitap etmiştir: Ey insanlar! Gerçekten bu işe benim yerime bir başkasının gelmiş olmasını isterdim. Eğer siz beni Peygamberinizin sünneti ile mes’ul tutacaksanız, ben ona güç yetiremem. Çünkü o, şeytandan korunmuş olduğu gibi kendisine semadan da vahiy gelmekteydi.                  

Hz.Ömer’in dilinde sünnet 

-…biz ezberlediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözünden dolayı Allah’ın kitabını Peygamberimizin sünnetini terk etmeyiz.                                                                          

İbn Mes’ud’un dilinde sünnet    

İbrahim en-nehai’nin naklettiğine göre İbn mes’ud’un Arafat’ tan dönerken telbiye getirdiğini gören insanlar ona hayretle bakmaya başlayınca o, ‘onlara ne oluyor ki ? Peygamberlerinin sünnetini mi yitirdiler(yoksa unuttular mı)?’ dedikten sonra telbiye getirmeye devam eder.                                                                                                                    

Hz.Osman’ın dilinde sünnet       

Abdurrahman b. Avf. Hz. Ali ve Osman’a, Kur’an’a, Peygamberin sünnetine ve ilk iki halifenin hareket tarzına (sire veya fiiline) riayeti tekellüf edip edemeyeceğini soracak ve Ali onları örnek edinmeyi reddecekti. Başka bir rivayete göre  ‘gücüm yettiği oranda’ başka bir rivayette ‘bilgim ve gücüm oranında öyle yapacağım’   demiştir.                                                                                                                 

Hz. Ali’nin dilinde sünnet

Biliniz ki ben ne Peygamberim ne de bana vahiy geliyor. Fakat ben gücüm yettiği kadar Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünneti ile amel ediyorum.

Hz. Aişe’nin dilinde sünnet

Müslüman olmadan önce Ensar ve Gassan, menat denilen put adına telbiye getiriyorlardı. Müslüman olduktan sonra Merve ile safa arasında sa’y etmekte zorlandılar, Çünkü şu onların babalarının bir sünneti idi;’’ menat için ihrama giren safa ve Merve arasında sa’y etmezdi. Onlar müslüman olup da bunu Rasulullah’a sorunca Yüce Allah bu hususta ‘safa ve Merve Allah’ın sembollerindendir. Her kim Beyt’i hacceder veya umre yaparsa, o ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur.’ ayetini indirdi.        

Bu ayete dayanarak ‘ safa ile merve arasında sa’y etmeyen kişiye bir şey gerekmez kanaatindeyim, o ikisi arasında sa’y etmesem aldırış etmem.’ diyen yeğeni Urve ibn Zubeyr’e Hz. Aişe şöyle demekteydi   ‘Ey kardeşimin oğlu ne kötü söyledin Rasulullah tavaf etti  müslümanlar da tavaf etti ve böylece sünnet oldu Ataların sünneti – Allah’ın ruhsatı-- Hz.Peygamber’in fiili—sünnet Rivayetlerden çıkarılan neticeye göre sünnet ifadesinin kavramlaşması, yaygınlaşması Hz.Aişe, İbn abbas ve İbn Ömer gibi genç sahabiler vasıtasıyla tekamül etmiştir. Bu ise zaman olarak büyük sahabilerin vefatıyla onların rivayet otoriteleri haline geldikleri döneme yani yaklaşık olarak H.40-70 yılları arasına tekabül etmektedir. Sonuç olarak sünnet tabiri az da olsa Hz. Peygamber tarafından ve sağlığında bazı sahabilerce kullanılmış büyük sahabiler kavramlaşma sürecinde temeli oluşturmuş genç sahabiler de bu süreci tamamlamışlardır.     

Burada üzerinde durulması gereken konu değerlendirme ve içtihat farklılıkları bulunmakla birlikte farklı eğilimlere sahip sahabilerin sünnet tabirini kullanmaları ve onunla Hz. Peygamberin sünnetini kastetmeleridir.    

Sahabelerin sünnet anlayışındaki farklı yaklaşımlar onları farklı değerlendirmelere ve içtihatlara götürmüştür. Aynı fiil birine göre sünnet iken diğerine göre sünnet değildir.         

Buna sahabe arasındaki bilgi kültür muhakeme gücü, yaş ve Hz. Peygamber ile beraberlik süresi, müşahede farkı, rivayet ve dirayet farkı vb. faktörlerde eklenecek olursa bu ifadelerin yerine göre subjektif kanaatler kişisel içtihatlar olabileceği rahatlıkla anlaşılacaktır. Dolayısıyla sahabenin bu ifadelerden kasıtları daima Hz. Peygamberin sünneti olsa dahi bu haddi zatında onun gerçekten sünnet olduğunu göstermeyebilir. fakat her halukarda bu o sahabinin bir içtihadıdır ve ona göre o davranış sünnettir.                                                                                                                                                        

Hz. Peygamber ve sünnetlerinin doğru anlaşılmasında sahabenin rolü tartışılamaz. Zira onlar  sünnetlerin tanıklarıdır. Allah Resulü’ne bağlılıklarıyla bilinen sahabede üç farklı yaklaşım görülür.                                                                                                                              

1- Hadisleri lafzen anlayan, sünnetlere ise şeklen uyan Zahiri yaklaşım.                                                           

2- Sünnetlerin kaynağını, bağlamını, bağlayıcılığını vb. araştıran Fıkhi yaklaşım.                                                

3- Sünnetlere rağmen farklı yorumlar ve uygulamalar yapan İçtihadi yaklaşım.                                                                                                                    

HADİS

Hadis kelimesinin kökü h-d-s mastarı hudüs’tur. Çoğulu ehadis’tir. Kelime bir şeyin yokluktan varlık sahnesine çıkmasını ifade eder. İhdas ise icat etmek, var etmek anlamına gelir. Hadis kadim’in zıddıdır ve yeni anlamına gelir.

Az veya çok her türlü söze de hadis denilir.

 Bazı hadisçiler hadisi ‘’Peygamber’e nispet edilen söz fiil ve takrirlerden ibarettir diye tanımlamışlardır. Bazıları ise buna Peygamberin ahlaki ve fıtri vasıflarını da ilave etmişlerdir. Bazı hadisçilerin hadis lafzını sahabe ve tabiundan nakledilen haberler için de kullandıkları bilinmektedir. Kelimenin terim anlamını Nevevi: ‘Peygamber, sahabe ve tabiundan gelen merfu olsun mevkuf olsun her türlü rivayettir.’ diyerek vermiştir.

(Peygamber'den gelen rivayetler için merfû hadis, sahâbeden gelenler için mevkuf hadis, tâbiûn ve sonraki tabakalardan gelenler için maktû hadis tabiri kullanılmıştır.)

Yani terim olarak hadis, aynen haber ve eser gibi Peygamber, sahabe ve tabiuna ‘nispet edilen’ her türlü söz, fiil, takrir ve vasıfları içeren ‘rivayet’ anlamındadır. Burada tanımdaki nispet edilen ifadesinin altını çizmek gerekir. Çünkü bazılarınca hadis, nispet ifadesi hiç yokmuş gibi kabul edilerek tanım yapılmaktadır. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Çünkü bu ifade olmazsa hadis rivayetlerine yapılan her türlü eleştiri Hz. Peygamberin kendisine yöneltimiş gibi algılanmakta eleştiri bir inanç ayrılığı gibi görülmektedir.

Buna örnek Ebu Hanife ve talebesine isnad edilen bir diyalog da:

 Talebe:  – Eğer sözlerini yalanlarsan bu takdirde sana Allah’ın peygamberinin sözlerini yalanlıyorsun diyecekler çünkü onlar bunu Resulullah’a kadar uzanan bir senetle rivayet ediyorlar.

 Alim: – Onları yalanlarım. Benim onları yalanlamam ve reddetmem Peygamberi yalanlamak manasına gelmez, Peygamber sözünü yalanlamak ancak kişinin ben Peygamberin sözünü tekzip ediyorum demesiyle olur. Kur’an’a muhalif olarak gelen rivayetleri reddeden kimsenin itirazı Peygamberi reddetmek manası taşımaz. Onu yalanlamak anlamına da gelmez sadece onu Resulullah’a isnat ederek rivayet edenleri reddetmek manasına gelir.          

Bu diyalog iki farklı bakış açısını yansıtan en eski metin olarak gözükmektedir.

HABER

Sözlükte “bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” mânasına gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir.      

Terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak bir olayı bildiren söz, mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan söz” gibi farklı şekillerde tanımlanmıştır.

Bu tanımların ortak noktaları haber konusunun duyularla algılanabilir olması, vahye dayanmışsa geleceğe de ait olabileceği hususlarıdır.

 Kelâm ilmi açısından duyular ve akıl ile birlikte, haber de, vazgeçilmesi imkânsız üç temel bilgi kaynağından biri olduğu hususunda hemen hemen bütün âlimler ittifak etmiştir.                                                                                                                                               

Kelâm âlimleri haberin bilgi kaynağı olabilmesi için onun doğruluğunu temel şart kabul etmişlerdir. Nitekim müteahhir dönemden itibaren bu şartın vurgulanması amacıyla “haber-i sâdık” (gerçeğe uygun haber) terkibi şöhret bulmuştur.

Doğru haber kelâm literatüründe iki kısımda ele alınmıştır:

1.Haber-i Mütevâtir: Yalan söylemek üzere ittifak etmelerinin aklın imkânsız gördüğü bir topluluğun verdiği haberdir. Meselâ geçmiş dönemlerde yaşayan milletlerle çeşitli ülke ve şehirlerin varlığı mütevâtir haberle bilinir. Bir haberin mütevâtir sayılabilmesi için bazı şartları taşıması zaruri görülmüştür:

a) Haberin, yalan üzere ittifak etmeleri aklen imkânsız görülen ve farklı zümrelerden oluşan bir topluluk tarafından, haber konusunun oluştuğu dönemden itibaren kesintisiz olarak her devirde nakledilmesi.

b) Haberi nakleden ilk topluluğun habere konu olan olayı duyularıyla idrak etmesi ve bu topluluğun yaptığı gözlem sonunda her türlü şüpheden kurtulup kesin bilgiye ulaşması. 

c) Haberi veren topluluğun yalan söylemesini gerektirecek sebeplerin bulunmaması.

d) Mütevâtir haberin aklın imkânsız gördüğü bir bilgiyi ihtiva etmemesi.

 Mütevâtir haberi nakledenlerin müslüman olmaları ve adâlet vasfını taşımaları ise şart değildir.

 Zira burada esas olan husus, haberi veren topluluğun yalan söylemek üzere ittifak etmesini aklın imkânsız görmesidir.

 2.Haber-i Resûl: Nübüvveti mucize olan Kur’an ile kanıtlanmış peygamberin verdiği haberdir.

Haber-i resûlün doğruluğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla birlikte peygambere aidiyetinin kanıtlanması önemli görülmüştür. Bu sebeple kelâm âlimleri sabit oluşu açısından haber-i resûlü üç kısma ayırmışlardır: 

a) Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere ittifak etmelerini aklın imkânsız gördüğü ashap topluluğunun Hz. Peygamber’den duyup tâbiîn nesline, aynı şekilde onların tebeu’t-tâbiîne, bunların da daha sonraki nesillere aynı lafızlarla rivayet ettiği haberlerle, yine sahâbîlerin Hz. Peygamber’de müşahede ettikleri ve aynı şartlarla aktardıkları davranış ve olaylardır.        

Resûl-i Ekrem’e söylemediği sözü isnad edenlerin cehennemlik olduğu konusundaki hadisle (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “kẕb” md.) farz namazların ve rek‘atlarının sayısına, namazın rükünlerine dair hadisler bu türe ilişkin örnekler arasında zikredilir.

b) Müstefîz haber: Tevâtür derecesine ulaşmayan sahâbîlerin Hz. Peygamber’den naklettiği rivayetin tâbiîn, tebeu’t-tâbiîn ve daha sonraki nesiller tarafından tevâtür derecesinde nakledilmesiyle oluşan haberden ibarettir; “meşhur haber” diye de bilinir. Şefaat, mest üzerine meshetmeye dair hadisler bu konudaki örneklerdendir (İbn Fûrek, s. 23; Bağdâdî, s. 13, 204).

c) Âhâd haber:  Ashaptan son nesle varıncaya kadar tevâtür derecesine ulaşmayan râvilerin rivayetiyle sabit olan haberdir (haber-i vâhid).Resûl-i Ekrem’den nakledilen haberlerin çoğu bu türden olup daha çok amelî ve ahlâkî konulara dairdir.  

Sübût açısından kesin olmayan bu nevi haberler akaid konularında kesin delil teşkil etmez (et-Taʿrîfât, “ḫbr” md.; Mâtürîdî, s. 9; Bağdâdî, s. 13). Daha çok Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinin yaptığı bu üçlü tasnif diğer âlimler tarafından haber-i mütevâtir ve haber-i vâhid olmak üzere iki grup halinde ele alınır. Çünkü netice itibariyle müstefîz haber de haber-i vâhid grubuna girer.

SAHABE

Daha sonraki nesillerden farklı olarak  Kur’an ve Hz.Peygamberin muhatapları, sebeb-i nuzul ve vurudların canlı şahitleri olup kaynaklara en yakın insanlar olma imtiyazına sahiptirler. Dolayısıyla sahabenin Peygamber telakkisi ve sünnet anlayışı bize göre sağlıklı bir anlayış ortaya koymada önemli bir katkı sağlayacaktır.

Sahabi

Bir kişiyle birlikte bulunma dost ve arkadaş olma anlamlarına gelen bir kelimedir.

Kur’an’daki kullanımlarından daha çok beraber yaşamayı bir arada bulunmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Nitekim Yüce Allah’ın Mekkeli müşriklere hitaben Hz Peygamber hakkında birkaç defa ‘sahibikum’ ifadesini kullanması onunla epey zamandan beri bir arkadaş gibi görüşüp konuştuklarını  ve pek iyi tanıdıkları birisi olduğunu vurgulamak için olsa gerektir.

Yine hem islam öncesinde hemde sonrasında Hz Peygamberle birlikte yaşayan, hicret  yolculuğunda da ona refakat eden en yakın dostu Hz Ebu Bekir’i kastederek Yüce Allah’ın ‘.... O ikisi mağarada iken o, arkadaşına (li sahibihi) üzülme Allah bizimle beraberdir diyordu.’ ayeti de bu birlikteliği ön plana çıkarmaktadır.

Burada üzerinde durulması gereken bir husus bir kimseye sahabi denilebilmesi için Hz.Peygamber ile asgari bir arada bulunma müddetinin ne kadar olması gerektiğidir.

Bu hususta gerek Hz. Peygamberden gelen rivayetlere baktığımızda sohbet ile daha çok dostluğu arkadaşlığı uzun süre beraber yaşamayı kastettikleri anlaşılmaktadır.

Mesela Hz. Peygamber Hz. Ebubekir’i sohbeti (arkadaşlığı beraberliği) ve malı konusunda insanların en emini olarak görürken hicret esnasındaki arkadaşlıklarını da aynı kelime ile ifade ediyordu. Dolayısıyla sahabi olabilmek için Hz.Peygamber’le uzun süren bir arkadaşlık yapmak gerekir. Ayrıca O’nun meclisinde bulunup, O’nun tedrisatından geçmesi gerekir.   

Usulculere göre sahabi Hz.Peygambere uymak ve Ondan sünnetlerini elde etmek amacıyla onunla uzun süre birlikte yaşayan kimsedir.

Hadisçilere göre Sahabi Hz.Peygamberi bir kez deha görmek, çok kısa bir görüşme yapmak, bir anlık beraber bulunmak, sohbet etmiş olmak yeterlidir.                                                                               

Kur’ân-ı Kerîm’in “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” diye tanıttığı sahâbîler (Âl-i İmrân 3/110) ümmet içinde en değerli ve faziletli nesil kabul edilmektedir. Bu değer ve fazileti, taşıdıkları güçlü iman ve örnek davranışları sayesinde elde etmişlerdir. Onlar, İslâm’a girdikleri ilk andan itibaren güçlü bir imanla kabul ettikleri yeni dinin gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getirmişlerdir. Bu yeni dine girmeye ve onu yaşamaya zorlanmadıkları halde onların büyük bir kısmı ömrünü Resûlullah’ın yanında geçirmiş, onunla savaşlara katılmış ve İslâm’ın yayılması için gayret göstermiştir. Bu süreçte İslâm karşıtları tarafından tehdit ve işkencelerle, hatta ölümle karşılaşan, yurtlarını, mallarını, eşlerini ve çocuklarını terk edip başka yerlere hicret etmek zorunda kalanlar olmuş, ancak inançlarından, Allah’a ve resulüne olan bağlılıklarından tâviz vermemişlerdir.

Cenâb-ı Hak ashabı Kur’an’da övmüş ve mutedil bir ümmet olduklarını (el-Bakara 2/143),

Allah ve resulüne iman edip tam teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını (Âl-i İmrân 3/172, 173),

Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduğunu ve ebedî kalacakları cennetin onlar için hazırlandığını (et-Tevbe 9/100) bildirmiş;

Allah’a ve resulüne yardım eden sâdık müminler olduklarını (el-Haşr 59/8)

İhtiyaç içinde bulunmalarına rağmen başkalarını kendilerine tercih ettiklerini ve kurtuluşu hak ettiklerini (el-Haşr 59/9)

Gerçek müminler olarak bağışlanacaklarını ve âhirette cömertçe rızıklandırılacaklarını (el-Enfâl 8/74) haber vermiştir.

Hz. Peygamber de fedakârlıklarını birlikte yaşayarak gördüğü ashaptan bahsederken onları “insanlık tarihinin en hayırlı nesli” (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 1; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 211, 212), “ümmetin en hayırlıları” (Müsned, V, 350), “cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler” (Tirmizî, “Menâḳıb”, 57), “cennetlikler” (Müttakī el-Hindî, XI, 539) diye tanıtmış, ayrıca ümmetin onlara ikramda bulunmasını (Tayâlisî, s. 7), iyilik etmesini (Müsned, I, 26) ve kendilerini çekiştirmemesini (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 4; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 221, 222) istemiştir.

Netice itibarıyla Sahabe ve sahabenin sünnet anlayışı; Hz.Peygamberin çevresinde kümeleşen onun eğitim ve terbiyesinde yetişen onun sadık dostlarının özel arkadaşlarının telakki ve anlayışlarıdır.      

Peygamber ve sahabe iletişimi Hz. Peygamber ile sahabe arasında bilhassa Medine ortamında iletişim en ideal şartlar altında tahakkuk etmiştir. Bir tarafta tebliğ ve beyan görevini hakkıyla ifa edebilmek için çabalayan bir peygamber; diğer tarafta hayatını Kitab’ın ruhuna uygun hale getiren bu iradeye tabi olmaya çalışan sahabe.

 

Resulullah ile sahabe arasındaki iletişim

1) Sahabenin aracısız olarak bizzat Hz. Peygamberden aldığı bilgi. Bu bilgi  sözlü bir ifade (hadis) olabileceği gibi örneklik teşkil eden bir harekette olabilir.   

2) Sahabenin Hz. Peygamberden bizzat değil de dolaylı yollardan kendisinden edindiği bilgi Bu da ikiye ayrılır.

-- Sahabenin bilgiyi yine kendisi gibi başka bir sahabeden alması

-- Hz.Peygamberin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi O’nun herhangi bir davranışından kendi içtihadıyla istinbat etmesi.

Örn; Hepimiz Peygamberin hadislerini işitiyor değildik zira her birimizin işi gücü vardı. Ancak o zaman kimse yalan söylemezdi ve Peygamberin   meclisinde hazır bulunanlar işittiklerini bulunmayanlara naklederdi.

 

Sahabe – Ümmet iletişimi                                                                                                                    

A) Hz. Peygamberden işittikleri sözleri ve gördükleri fiilleri, tüm orjinalliğini muhafaza ederek kendilerinden sonraki nesillere aktarmalarıdır. 

Sahabenin bizatihi Hz. Peygamberden aldığını yüz deyüz tespit ettiğimizi varsaydığımız bir haberin  de orjinalliği ile ümmete nakledilmesi oldukça zordur.                                                                                                              

-- Her sözün tabii ve sosyal olmak üzere iki ayrı bağlamı vardır. Bazen sözün kendisinden çok nerede, ne zaman, ne amaçla kime söylendiği daha önemlidir. Oysa sahabenin bazı sözleri bağlamından kopararak naklettikleri bilinmektedir.                                                                                           

-- konuşma dışı iletişim yolları; sözsüz mesaj işaret yüzün kızarması, kaşların çatılması gibi    

B) Sahabe çoğu kez bir sözün kendisini değil, sözden anladığını, fiilin kendisini değil ona yüklediği anlamı nakletmiştir.(mana ile rivayet)

-- Sahabenin hadisin bir parçasını işitmediği veya unuttuğu olmuştur.

-- Sahabe bazen Hz.Peygamberin söylediklerini değil söylediklerinden çıkardıkları anlamı, hem de bir hüküm cümlesi olarak nakledebilmişlerdir. ‘ölünün üzerinde ağlanmasından dolayı azap göreceğini’ ifade  eden hadis.                                                                                                       

C) Sahabe hadisleri sadece Hz. Peygamberden değil kendisi gibi sahabi başka bir akranından da almıştır. Başka bir deyişle bir sahabi başka bir sahabinin Hz. Peygamberden sadır olan bir sözden anladığını alıp nakledebilmiştir.                                                                                                          

D) Yukarıda sayılan örneklerdeki hususlar fazlasıyla fiiller içinde geçerlidir.      

E) Bazı sahabiler Hz. Peygamberin günlük yaşantısı içinde mutat hale getirdiği bir fiili sünnet olarak değerlendirmekle kalmamış bunu sözlü bir ifadeye çevirerek Hz. Peygamberin lisanıyla nakledebilmiştir. Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra uzanmak ile ilgili hadisler. ‘Biriniz sabah namazından önce iki rekat (sünneti) kılınca sağ tarafına yatıp uzanıversin.’  

Sahabi Hz. Peygamberin beşer sıfatıyla kendisi ile ilgili bu hareketini sünnet olarak niteleyip bunu uygulamaya koymuştur. Hatta başka sahabilere böyle yapmaları gerektiğini sünnet adına emretmişlerdir.             

Hadis konusunda yazılan kitaplara baktığımızda Hz. Peygamberin zamanında kendi sözlerinin yazılmasını isteyen rivayetler bulunduğu gibi yazılmasını istemediğini söyleyen rivayetler vardır.                                                                                             

Hadis rivayetleri yazımının h.40’lı yıllardan sonra başladığını söyleyebiliriz.                                   

İlk literatürde Hadis-Sünnet   

Hadis ve sünnet terimleri tahlili olarak incelendiğinde, ilk devirlerde bu iki kelime arasında – bu günkü anlam benzerliğinin aksine- anlam farklılığı olduğu görülecektir ki zaten bu iki sözcük, sözlük anlamları itibarıyla tamamen ayrı anlam dünyasına aittir.   

Hadis; 

 Burada kelimenin özünü oluşturan anlam ‘’söz ve yeni’’ anlamıdır. Binaenaleyh, sözün veya herhangi bir şeyin sözlü olarak hikaye edilmesi demek de olan ‘hadis’ özü itibarıyla ‘sünnet’ kelimesinden çok farklıdır. Her şeyden evvel o yeni olanı ve şifahi olanı ifade eder. Halbuki ‘sünnetin ‘ sözlük anlamı itibarıyla bütün kök ve tali anlamlarının üzerinde odaklandığı mana ‘davranış ve davranışa özgü’ olmasıdır.  Özünde devamlılık ve süreklilik anlamlarını taşıyan s-n-n fiili iyi ya da kötü bir davranış tarzı siret de demektir. Bazen de huy ve kişinin eylemine yön veren amaç anlamına gelir. Fakat sünnette asıl olan bir süreci geçirmesi ve zamana mal olmasıdır. Kadim olmak sünnetin ayırıcı vasfıdır.  Bu da göstermektedir ki bu iki kelime lugavi bakımdan iki ayrı anlam dünyasına ait iki müstekil kelimedir.    

İlk devir literatüründe adına ister hadis ister eser isterse rivayet denilsin fakihlerin nazarında Peygamber, sahabe ya da sonraki nesilden nakledilen rivayet veya rivayetler vardır  Bu bağlamda kullanılan isimler onların hukuki-fıkhi yaptırımlarına dair bir sonucu zorunlu kılmaz yani bu isimler fıkhi anlamda normatif (bir kural değeri taşıyan) bir kıymeti haiz değildir. 

Bilakis mutlak manada herhangi bir haberden ayırt etmek için Peygamber sahabe ve tabiun nesline nispet edilerek kendine has nakil şekliyle fakihe ulaşan haber anlamına gelmektedir. Onların nazarı olarak fıkhi bir kıymet taşıyıp taşımadığı fakihin temel fıkhi mülahazalar neticesinde kendilerine atfedeceği değere bağlı olacaktır.

Günümüzdeki anlamıyla birçok çevrede görülen hadis-sünnet eşitliği anlayışı sistematik olarak İmam Şafii ile başlamıştır. O, hadis ve sünnet özelinde kendisinden önceki iki asırda egemen olan teorinin pratiğe, pratiğinde teoriye yani rivayetin tatbikata, tatbikatında rivayete uygun olması gerektiği anlayışına karşılık mutlak manada rivayetin önceliğini savunmuştur.

Konuşmacı Taner Bayraktar sunumun sonunda, hadislerin, sünnet olanı bildirme konusunda görev üstlendiğini ancak hadisler aracılığıyla sünnet olarak bildirilenlerin de Kur’an’a ve onun eksiksiz uygulayıcısı olan Hz. Peygamberin yaşantısına ters düşmemesi gerekliliğine vurgu yaptı.

Önceki ve Sonraki Haberler