Çeviri Kitaplarla İslami Hareket Fıkhı Oluşturmak…

Çeviri Kitaplarla İslami Hareket Fıkhı Oluşturmak…

Özgür-Der Siverek’in çalışmaları Mahmut Hanpolat’ın, “Çeviri Kitaplarla İslami Hareket Fıkhını Oluşturmanın Zaafları” konulu semineri ile devam etti.

Özgür-Der Siverek Temsilciliğinin alternatif eğitim seminerlerinin dördüncüsü Mahmut Hanpolat'ın "Çeviri Kitaplarla İslami Hareket Fıkhını Oluşturmanın Zaafları" başlıklı semineri ile devam etti. Hanpolat'ın sunumunda öne çıkan notları ilginize sunuyoruz:

İslamcılık siyasi alana tekabül eden bir kavram olarak son yüzyılın en çok konuşulan ve tartışılan kavramlarından biri olmuştur şüphesiz. Bunun sebebi İslamcılığın özellikle Ortadoğu ve Ortadoğu'ya yakın coğrafyalarda işgale, zulme, sömürüye karşı bir duruşu ifade eden karakteridir. Bu yönüyle bu kavram özellikle bağlılarınca heyecan uyandıran karşıtlarınca da tedirginlik yaratan bir algı oluşturmaktadır.

"İslamcılık kavramı tam olarak neyi ifade eder? Bu kavram Müslümanlar tarafından kabullenilmeli mi kabullenilmemeli mi?" gibi sorular da zaman zaman tartışılan sorular olarak karşımıza çıkmakta. En genel anlamıyla İslamcılık, "Siyasi İslam" olarak isimlendirilen ve çok boyutlu ve geniş bir coğrafyaya yayılmış bir akımı ifade etmek için kullanılır. İslam'ın toplumsal ve siyasi alana dair söyleyecek sözü olduğunu ifade eder. İslam'ın zulme, adaletsizliğe, sömürüye karşı direnişini ifade eder İslamcılık kavramı. Bu yönüyle İslamcılık tek başına İslam demek değildir. Ama İslam, İslamcılığı da kapsayan bir değerler bütünüdür. Kimileri İslamcılık kavramını kullanmanın gereksiz olduğunu "İslam" demenin yeterli olduğunu söyleyebilir. Bizce de önemli olan kavramla neyin kastedildiğidir. Tabiî ki İslamcılık kavramı yerine "İslam" da denebilir ve bu durumda İslamcılık kavramıyla kastedilen anlamsal çerçeve "İslam" kavramıyla da ifade edilebilir.

Ne var ki İslamcılığın "İslam'ın siyasi ve toplumsal alana dair talepleri olduğu" şeklindeki anlamsal çerçevesinin Kur'ani dayanakları olmasına ve bu konuda konsensüs bulunmasına rağmen bu taleplerin nasıl, hangi araç gereçlerle ve ne tür bir yöntem kullanılarak elde edileceğine dair konularda aynı konsensüsün olmadığını görüyoruz. En genel anlamıyla yöntemsel farklılıklar diyebileceğimiz bu fay hatları islam'ın kendisi değil yorumlarıdır. Toparlayacak olursak İslamcılık düşüncesinin ana eksenini ifade eden zulme, haksızlığa, adaletsizliğe, sömürüye karşı duruş ve direniş, Allah'tan başka tüm ilahları reddediş gibi şiarlar İslamidir. Ancak bu temel şiarlar dışında kalan ve İslamcı çevrelerin yöntemle ilgili farklı duruşlarını ifade eden alanlar birer yorumdur, İslam'ın kendisi değildir.

20. yüzyılın başından itibaren dünyada meydana gelen büyük değişimler dünyayı devasa çalkantılara gebe bırakmıştır. Özellikle İslam coğrafyalarındaki işgaller, katliamlar, sömürü, Batı işbirlikçisi yönetimlerin ceberut yönetim anlayışı vb. durumlar Müslüman halklarda ciddi bir rahatsızlığı beraberinde getirmiştir. İslam bu yüzyılda bir çözüm adresi olarak mazlum halkların önüne bir reçete sunma iddiası olarak gündeme gelmiştir. Gerçi milliyetçilik ve sosyalizm de bu süreçte bir çözüm reçetesi olma iddiasındadır ve özellikle milliyetçi akımlar belli bir taban elde etmeyi başarmıştır.

20. yüzyılın mezkur ikliminde İslam'ı siyasi bir proje olarak toplumun gündemine sokmaya çalışan yoğun ve gayretkeş çabalara şahit olmaktayız. Bu alanda herhalde ilk zikredilmesi gereken isimlerden biri Mısır'da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler adlı teşkilatın kurucusu Hasan el Benna'dır. Bu hareket daha sonraları İslam coğrafyasının bir çok yerinde teşkilatlanmaya başlamıştır. Pakistan Cemaat-ı İslami lideri Ebul a'la Mevdudi zikredilmesi gereken diğer önemli bir isimdir. Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler adlı kitabıyla ve Fi Zilal'il Kuran tefsiriyle siyasi İslam düşüncesinin ideologlarından biri olmuştur. İran İslam devrimi öncesi ve sonrasıyla hassaten üzerinde durulması gereken bir laboratuardır adeta. Ali Şeriati'nin siyasal İslam düşüncesiyle ilgili geliştirdiği yorum, tarih ve toplum okumalarının İslamcılık düşüncesine nasıl bir soluk kazandırdığı da zikredilmeli. Ayrıca Abbas Medeni ve Ali Bedjah liderliğindeki FİS teşkilatının Cezayir tecrübesini de unutmamak lazım.

Bunlar dışında Keşmir'de, Afganistan'da, Çeçenistan'da, Filistin'de, Lübnan'da, Irak'ta, Somali'de, Filipinler'de, Irak'ta, Suriye'de ve daha nice yerde bahsettiğimiz çerçevede mücadele yürütenler oldu ve bunların bir kısmı devam ediyor.

Bizim asıl yoğunlaşacağımız alan İslam coğrafyasında bu tür bir süreç yaşanırken Türkiyede bu sürecin nasıl bir zeminde, ne şekilde geliştiği ve karşılaştığı sıkıntılardır. Birinci Dünya savaşı sonrası İslam coğrafyalarında meydana gelen krizin odak noktası bu coğrafyadır. Çünkü burası bir imparatorluk bakiyesidir ve bu bakiyenin dışındaki topraklar çeşitli şekillerde sömürgeleştirilmeye başlanmıştır. Bu coğrafyada da Batıcı modernist elitler eliyle gerçekleştirilen Kemalist devrim bölgesel çalkantının Türkiye ayağını teşkil ediyordu. Bu devrim laik bir ulus devlet yaratma projesini hayata geçiriyordu. Bu devrimin laik karakteri İslam'a, ulus karakteri Türk'ler dışındaki diğer halklara hassaten Kürt'lere yaşam alanı bırakmıyordu. Tepeden inerek yeni bir toplum yaratma projesi olarak adlandırabileceğimiz Kemalist devrim geniş halk kitlelerinde büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Bunun bir sonucu olarak İslam ve Kürt orijinli onlarca ayaklanma meydana geldi. Bunların tamamı kanlı bir şekilde bastırıldı. Son olarak 1938 Dersim katliamından sonra bir sessizlik dönemi yaşandığını görüyoruz.

Türkiye'de İslamcılık düşüncesi (Osmanlı İslamcılığından bahsetmiyoruz) 1960'lı yıllarla beraber ortaya çıkar. Aslında İslamcılık düşüncesinin kökeninin vahiy ve Resulullah'ın (sav) sünnetine dayandığını daha önce ifade etmiştik. Dünyada gelişen yeni duruma (Batının İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümcü politikalarına) bir cevap olarak İslamcılık düşüncesinin izlerini 19. Yüzyılda Cemaleddin Afgani'nin düşüncelerinde ve çabalarında görmek mümkündür. Afgani'nin  Osmanlı nezdinde de bir takım çabalarının olduğunu görüyoruz. Ancak onun fikri donanımının karşılığını bulması zaman almıştır.

Türkiyedeki İslamcı çevrelerin bağımsız tevhidi bir çizgiye kavuşmalarının pek de kolay olmadığını görüyoruz. En ciddi handikap olarak da sisteme eklemlenmiş, mukaddesatçı, muhafazakar, Osmanlıcı, milliyetçi bir söylemle eklemlenmiş İslamcılıktır. İki ana damar üzerinde gelişmiş bu akımın bir cephesini MNP,MSP ve devamı niteliğindeki çizgi oluştururken diğer cephesini de Nurculuk üst çatısında birleşen Nur cemaati bileşenleri oluşturmaktadır. Nurcu çevreler daha çok merkez sağ partileri desteklediklerinden Milli Görüş çevresiyle onlar arasında hep bir soğukluk olagelmiştir.

Aynı mecrada akan bu iki çizgi dışında daha saf bir anlayışa ulaşmaya çalışan bir çizgi vardır. Akideye bulaşmış marazi parçaları ayıklamak suretiyle Afgani'nin bahsettiği Kur'an ve sünnet temelli anlayışa ulaşmayı daha çok çeviri eserler yardımıyla başarır bu çizgi. Özellikle İran İslam İnkılabından sonra etkilenme had safhaya ulaşır.  Birçok ilde açılan kitapevleri çevirisi yapılan çok sayıda kitabı okurlarına ulaştırmanın heyecanını yaşar.

Çeviri eserler yardımıyla ve sonrasında bizzat Kur'an merkezli çabalarla kimliğini inşa etme sürecine giren İslamcılığın zamanla çok ciddi bazı sıkıntılarla karşılaştığını görüyoruz. En büyük sıkıntılardan biri çeviri eserler yardımıyla öğrenilen başka coğrafyaların tecrübelerinin uygunluğu çok fazla tartışılmadan uygulanmaya çalışılmasıdır. Küfür ve zulüm düzenlerinin her bir coğrafyada kullandıkları araçlar farklı olabiliyor. İçinde yaşadığınız sistemi ve toplumu çok iyi tanımadan uygulamaya koyacağınız taklit yönü ağır basan bir program elbette bir gün tıkanacaktır.

İslam tabiî ki evrensel bir dindir. İman ve amelle ilgili toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenle ilgili ilkeleri evrenseldir. Ancak bu evrensel temel üzerine bina edeceğiniz siyasi ve toplumsal proje yerel bazı özellikler gösterebilir ve göstermelidir. Çünkü şirk ve zulüm her coğrafya da aynı şekilde tezahür etmiyor. Bir yerde dine karşı tamamen baskıcı bir tutum sergilenebiliyorken bir başka yerde dini, içeriğini boşaltmak suretiyle kullanma yoluna gidilebiliyor. Bir yerde işgal ve sömürü şeklinde tezahür edebiliyorken bir başka yerde kimliksizleştirme ve asimilasyon şeklinde tezahür edebiliyor. Bir yerde kapitalist ve sekülarist dayatmalarla tezahür edebiliyorken bir yerde milliyetçileştirme, faşistleştirme şeklinde tezahür edebiliyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Dolayısıyla sizin yaşadığınız coğrafyada zulüm ve şirk ne şekilde tezahür ediyorsa bunu tespit etmek ve buna uygun bir program uygulamak önemli bir zorunluluk olarak önümüzde durmakta.

Bu noktada Türkiyede İslamcılığın bazı zafiyetler taşıdığını düşünüyoruz. Kendi yaşadığı coğrafyadaki zulmü tespit etme ve buna karşı tavır alma noktasında ciddi bir eksiklik gösterenlerin Filistin, Keşmir vs. İslam coğrafyaları söz konusu olduğunda büyük bir heyecanla sahaya indiklerini görmek herhalde bu tespiti doğrulamaktadır. Özellikle Kürt sorunu ile ilgili İslamcıların kendi içinde yaşadıkları süreç konuyla ilgili manidar örnekler içermektedir. İslamcıların 80-90 yıllık  (Osmanlıyı saymazsak) imha, inkar, tenkil, tehcir, asimilasyon politikalarının nesnesi olan Kürtlerle ilgili sahih, adil, kapsayıcı bir politika geliştirememelerinin nedenini yine bu tespitte aramak gerekmektedir. Sorunun çok yakıcı ve yıkıcı boyutlarının hissedildiği binlerce insanın öldüğü bir ortamda İslamcılık cılız dahi olsa bir ses veremiyorsa burada İslamcılık iddiasını da tartışmak gerektiği kanaatindeyim. Yaşadığınız coğrafyada bir halk on yıllarca topyekün zulme maruz kalıyorsa ve İslamcılar bırakın çözüm önermeyi sorunu tanımlamada dahi büyük zafiyetler yaşıyorsa bunun sebebi kendi coğrafyasının sorunlarına eğilmeyi başaramayan ithal İslamcı söylemdir.

İslamcılar kendi toplumlarının sorunlarını tespit edip buna uygun bir projeyi geliştirmek zorundadırlar. Sizin yaşadığınız ülkenin sınırları dışında yaşayan halkların yaşadıkları haksızlıklara karşı elbette ses vermek gerekir. Ancak size yakın olan haksızlığı görmekte zafiyet yaşıyorsanız İslamcılığınız tartışmalı hale gelir. Çünkü esas sorumluluğunuzu yerine getirmemiş oluyorsunuz.

Yeryüzünde yönetim alanında söz söyleyen her ideolojik bakışın vaat ettiği en önemli değer  "adalet"tir. İçinde yaşadığı siyasi sistemin çeşitli uygulamalarına muhalefet eden her muhalif güç "adalet" kavramını diline pelesenk eder. En solcusundan en sağcısına, en devrimcisinden en liberaline düşünsel yelpazenin her tonundaki akımlar "adalet" kavramını sloganlaştırarak kitlelere sunar. Elbette "adalet" kavramı İslami düşüncenin de topluma tekabül eden yüzünün en güçlü dinamiğidir. Dolayısıyla İslamcılar da bu kavramı her platformda ve düzeyde kullandılar.

Burada önemli olan ve kitleleri inandırma bakımından da etkili olan unsur adaleti topluma vaat edenlerin kendi vaatleriyle pratikleri arasındaki tutarlılıktır. Kitleleri etkileyen sözler değil pratiklerdir. Adaleti vaat etmekle onu icra etmek arasındaki fark oldukça büyüktür. Çünkü her ne alanda olursa olsun adaleti icra etmenin belli bir bedeli vardır. Adaleti icra etmek bazen size bazen yakınlarınıza bazen meşrebinize, cemaatinize, çıkarlarınıza vs. ciddi zararlar verebilir. Lokal, sistematik baskılara maruz kalabilirsiniz.

Bu çerçeveden konuya eğildiğimizde İslamcıların gerek kendi içlerindeki parçalanmışlıktan gerekse toplumla olan münasebetlerinden çıkan sonuç itibariyle adaleti tesis etme noktasında toplum tarafından bir model olarak telakki edildiklerini söylemek güç. Burada "karşımızdaki güçler tarafından yürütülen etkili bir dezenformasyon faaliyetinin etkisiyle bu yanlış telakki oluştu" mazeretine sığınarak savunma yapma isteyenlerimiz olabilecektir. Ancak bu savunma içine düşülen zafiyeti gidermeye yetmeyecektir.

Türkiye İslamcılığı, herkesin kendi cemaatini merkeze alarak ve bu merkezi mutlaklaştırarak hareket etme anlayışının yarattığı çıkmazdan kurtulmalıdır. Kendi içinde ortak bir dil ve pratik geliştirme noktasında ciddi bir zafiyet yaşayan İslamcılar topluma sunabilecekleri bir rezerve sahip olamayacaklardır. Kendi içindeki marazilikleri tedavi etme noktasında etkin bir çözüm ortaya koyamayan bünye kitleler tarafından ciddiye alınabilecek bir toplumsal proje üretemez.

………….

İslamcıların içine düştükleri zaafların en önemlilerinden biri de ellerini attıkları her alanda "aceleci" olmalarıdır. Çabucak sonuç almaya kilitlenmiş bir düşünüş biçimi haliyle sizi aynı mecrada akan pratiklere sürükleyecektir. Bu aceleciliğin en bariz şekilde görüldüğü yer bir an önce iktidarı ele geçirmeye odaklanmış zihinlerdir. Bu, İslam'ı eksik anlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. İslam, "iktidarı" bir an önce ele geçirilmesi gereken bir mevzi olarak görmez. İslam, öncelikle kendisinin ve evrenin "farkında" olan şuurlu bir insan ve İslami değerleri yaşamayı arzulayan bilinçli, dinamik bir toplum oluşturmayı önceler. İktidar, böyle bir toplumun ihtiyaç duyduğu bir organizasyon olarak ortaya çıkar. Mantıklı olan da budur zaten. Resulullah (sav)'in Mekke ve Medine sünnetini incelediğimizde de sürecin aynı mantıkla işlediğini görüyoruz.

İslamcılığın İslam'ın birey ve toplum inşa etmeyle ilgili rezervini iyi kullanamadıklarını görüyoruz. İslam "ed-din"dir. Bu kavram bir yönüyle toplumsal, siyasi, ekonomik, askeri vb. maddi unsurları içeriyorken bir yönüyle de Allah, cennet, cehennem, ölüm, imtihan gibi manevi unsurları içerir. İslam inanç sistemi bu maddi unsurlarla manevi unsurları aynı potada eritip bir temel oluşturur ve bu temelin üzerine bir medeniyet inşa eder. İslamcılık "ed-din"in maddi boyutunu manevi boyutundan uzaklaştırarak dar bir alana sıkışmış siyasi bir söyleme kendini hapsettikçe hem kendi temel dinamiklerinden koptu hem de reel toplumsal zeminden koparak marjinalleşti.

Halbuki İslamcılık, sadece siyasi bir muhalefet hareketi olarak telakki edilmemelidir. İslamcılık, dünyayı bir ağ gibi sarmış olan seküler, modernist, pragmatist, kapitalist, ahlaki sınırları oldukça zorlayan yaşam anlayışına karşı kendi projesini oluşturmalıdır.  İslam'ın temel dinamiklerinden hareketle bir toplumsal proje üretmeyi ve bunu geniş halk tabanına yaymayı başarabilmelidir. Çünkü toplumsal tabandan mahrum bir muhalefet anlayışı ciddiye alınabilecek caydırıcı bir odak oluşturmaz.

İslamcılığın yaşadığı önemli problem alanlarından biri de "metot" konusuyla ilgilidir. Hareket etme tarzını çeviri kitaplardan belirleyen bu anlayış katı birtakım bakış açıları geliştirerek İslamcılarla toplum arasına adeta bir duvar örmenin kapılarını aralamıştır. Bağımsız bir kimlik oluşturma sürecinde bazı konularla ilgili olarak çoğu zaman agresif bir tutum takınılmıştır. Darul İslam, darul harp, Cuma namazı, memur olup olmama gibi konularda süregiden tartışma esas itibariyle ayakları yere basmayan tartışmalardı. Gizli yapılanma gizli tebliğ, gizli yapılanma açık tebliğ, İslami hareketin Mekke dönemi ve işkence, Medine dönemi cihad gibi başlıklarla belirlenmeye çalışılan metot anlayışı, içinde yaşanılan toplumun çelişkilerini belirleyip çözümleyebilme ve siyasal sistemin politikalarına karşı çıkma noktasında bazı reel zeminden kopuk bir pratiği beraberinde getiriyordu.

Bazı konularla ilgili kafalarda oluşan düşünce zincirinin halkalarını kırmak ve yeni tarzlar geliştirmek oldukça sancılı bir süreci ifade ediyor. Ama İslamcılık bu sancılı dönemi geçirmek zorundadır. Elbette İslamcılık mesajını topluma sunarken birtakım ilkelere göre hareket edecektir. Bu ilkeleri Kuran'da ve Resulullah'ın (sav) sünnetinde bulabilmek mümkündür. ama hareket metodunun her adımını her merhalesini katı kurallarla sınırlayarak marjinalleşmenin temel etkenlerinden biri haline gelen metot anlayışı da İslamcı camia tarafından çoktan tartışılmaya başlandı.

Bu çerçevede Türkiye İslamcılığının son referandum sürecinde yaşadığı tartışma değişim sancısının işaretleriydi. Eski yaklaşımlarının mutlak doğru olduğu kanaatinden hareketle yeni anlayışların adını bile duymak istemeyen, duyunca anında tekfir eden bir tutumdan yeni anlayışlara daha merhametli bir şekilde karşı çıkan tutuma kadar olan çizgide bir muhalefet hattı da oluşmuştur. Referanduma katılmanın küfrü onaylamak anlamına geleceğini, bunun şirki bir pratik olduğunu savunan bu anlayış Türkiye İslamcılığının bir klasiğidir.

2010 referandumu, Türkiye'de 85-90 yıldan beridir var olan "beyaz Türklere ait sistemin kurumlarını, onların ellerinden almak suretiyle despotik çarka önemli bir darbe vurabilme ihtimalini taşıyan içeriğinden dolayı sisteme muhalif tüm kesimler arasında zımni bir ittifak oluşturdu. Eskiden beridir Kemalist sisteme muhalefet eden İslamcıların muhalefet ettikleri çarka zarar verecek bir sürecin içinde yer almak isteyişlerinden daha doğal bir şey olamaz.  İslamcıların referanduma katılıp "evet" demelerinin çerçevesi budur ve bu tutum söylemleriyle pratikleri arasında bir uyumu beraberinde getirmiştir. Bu anlayışla hareket ederek sandık başına gidenleri "küfür"le itham etmek takınılan tavrın mahiyetini anlamamak demektir. Toplumun üzerine çöreklenmiş zulmü hafifletme potansiyeli taşıyan bir değişikliğe destek vermek, mevcut anayasayı onaylayarak küfre sapmak bir yana tam tersine mevcut anayasaya karşı olmayı ifade eder.

 Hiçbir şekilde hiçbir seçim sürecine katılmamayı akidevi bir sorumluluk olarak algılayan klasik anlayış,  günün birinde baş örtüsü yasağını kısmen veya tamamen ortadan kaldıran bir anayasa değişikliğiyle ilgili bir referandum yapılırsa o zaman da başörtüsü yasağını ortadan kaldıran düzenlemeye evet demeyi küfür olarak değerlendirme çelişkisini taşıyabilecek mi? Böyle bir durumda oluşacak çelişkiyi bırakın topluma kendimize bile anlatamayız.

 Referandum sürecinde referanduma katılıp "evet" demenin gerekliliğini savunan anlayış hayatın içinde olan biteni daha yakından takip eden sahada bir anlayış olduğundan daha profesyonel bir anlayıştır. Temel bakışını kaybetmeden gelişen yeni durumlara karşı yeni politikalar üretme ve uygulama tavrı en çok ihtiyaç duyulan tavırdır.

Aynı ikircikli yaklaşımı STK'lar konusunda da görüyoruz. İlk başlarda STK'lar kurmanın Müslümanları sistemin içine çekeceği, pasifize edeceği, böyle bir yöntem kullanmanın kesinlikle kabullenilemeyeceği vs. anlayışların hakim olduğunu biliyoruz. Ancak zamanla STK'ların muhalefet etme ve topluma yakınlaşmanın aracı olarak kullanılabileceğini fark edildi. STK'ların "olmazsa olma" niteliklerinin olmadığı, gerektiğinde vazgeçilebilecek gerektiğinde de kullanılabilecek bir araç olduğu görüldü. Bu çerçeveden bakıldığında  STK'ların İslam'a faydalı olmadığı söylenebilir mi? Bütün mesele bünyenizin sağlam temeller üzerine oturmasıyla ilgilidir. Bünyeniz savrulmaya müsaitse STK kursanız da kurmasanız da savrulursunuz.

Ak Parti'nin iktidara gelmesiyle İslamcılığın sistemle ilgili eleştirilerine konu bazı alanlarda iyileşmelerin görülmeye başlaması yeni bir durum değerlendirmesi yapılması gerekliliğini beraberinde getirdi. Ak Parti sisteme karşı muhalefet etme mevzilerini bloke etmeye başladı. Sistem toplum üzerinde baskıcı tutum uyguladığı zaman ona muhalefet etmek kolaydı ama bu baskının nispeten azaldığı bir konjüktürde aynı mecrada muhalefeti sürdürmek karşılığını bulmayacak bir uğraşıdır. İslamcılığın sistemle ilgili eleştirilerinin köklü, doyurucu, inandırıcı ve entelektüel bir derinliğe sahip olması gerekiyor. Kısır bir alana sıkıştırdığınız muhalefet söyleminiz, bir gün elinizdeki eleştiri oklarından bazılarını ya kısmen ya da tamamen kaybettiğiniz zaman sizi yarı yolda bırakır.

İslamcılık "ed-din"i bütün boyutlarıyla irdeleyip yaşadığı topluma ahlaki, siyasi, toplumsal, ekonomik vs. tüm alanlarda köklü bir proje sunmadığı müddetçe klasik muhalif dille ancak günü kurtarabilir. Yarına ilişkin bir vizyonu oluşturamaz. Yani İslamcılık sadece muhalefet etmek değildir. İslamcılık; güçlü, etkili ve ayakları tere basan bir muhalefetin yanı sıra sahip olacağı entelektüel derinlikle güçlü bir medeniyet toplumunu işaret etmektir. İslamcılık bu derinliği yakalamak zorundadır. Toplum, Kuran'ın öngördüğü insan ve toplum örnekliğinin izdüşümlerini İslamcıların şahsında görmelidir.

Murat Yeşildağ / Haksöz-Haber

Önceki ve Sonraki Haberler