Esfele Safilinden Eşref-i Mahlûkata...

Esfele Safilinden Eşref-i Mahlûkata...

Siverek Özgür-Der Alternatif eğitim seminerleri Mahmut Hanpolat'ın sunumunu yaptığı “Esfele Safilinden Eşref-i Mahlûkata” konulu seminerle devam etti.

Özgür-Der Siverek Temsilciliği'nde devam eden alternatif eğitim seminerleri Mahmut Hanpolat, "Esfele Safilinden Eşref-i Mahlûkata" konulu bir sunum yaptı. Hanpolat'ın sunum notlarını paylaşıyoruz:

ESFELE SAFİLİNDEN EŞREF-İ MAHLÛKATA

İnsanoğlu tarih sahnesine çıktığı ilk günden itibaren "Nereden geldik, nereye gidiyoruz?" sorularının cevaplarını aramıştır. İnsan yaratılışı gereği "varlığı ve yaşamı"  ardına saklanmış gizlerle beraber çözümleme kaygısını hep taşımıştır. Bundan dolayıdır ki insanlık tarihiyle felsefe nerdeyse yaşıttır.

İlahi hikmetten kopuk mecralarda yürütülen "varlığı ve yaşamı anlamlandırma" gayretleri temelde bir çıkmazın, bir labirentin içinde yürütüldüğünden ruhu huzura kavuşturacak kapsamlı bir çıkış programı asla bulunamamıştır. Bulunması da beklenemezdi zaten. Çünkü insan, bu "varlığı ve yaşamı anlamlandırma" çalışmalarında esas itibariyle kendisine kapalı olan bir boyuta (gabya) taalluk etmeye çalıştığından başarılı olamazdı. Müşahede edilemeyen gayb âlemini sahip olduğu sınırlı melekelerle müşahede edebileceğine dair yanılgı insan topluluklarını yüzyıllarca zanna dayalı dini inançların boyunduruğunda ezmiştir. Bu zanlar yüzlerce "Tanrı" icat etmişler ve bu tanrıları birbirleriyle savaştırmışlardır. Çok sayıda insan aslında var olmayan bu tanrılara kurban edilerek katledilmişlerdir.

Kâinatı gözlemleyerek ondaki düzeni gören ve sebeplilik ilkesinden hareketle tek bir yaratıcı fikrine ulaşanlar da olmuştur (Sokrates ve Platon gibi). Ancak bu, gerçeğin sadece bir kısmıdır ve esas itibariyle insan zihninin zaten keşfedebileceği bir alana aittir bu "gerçek". Ama esas mesele "bu yaratıcının sıfatları, özellikleri, hayatı yaratma gayesi nedir?" sorularına cevap bulmaktır. Tek bir yaratıcı fikrine ulaşan bir filozof az önce sorduğumuz hiçbir soruyu cevaplayabilme melekesine sahip değildir.

İnsanoğlunun "kainatın sırrı ve hayatın anlamı"na dair kadim sorularına doğru cevabı verebilecek tek kaynak insanoğlunun asla kavramayacağı müşahede edilemeyen âlemin (gaybın) sahibi (rabbi) olan Allah'tır. Mantık bizi bu sonuca götürür. Allah insanoğlunun "varlığı ve yaşamı anlamlandırma" çabalarında, onu çıkışı olmayan labirentlere mahkûm etmemiş; elçileri aracılığıyla gönderdiği vahiyle müşahede edilemeyenden müşahede edilebilene bir pencere açmıştır. Bu pencereden insanoğluna bilinmeyenin bilgisini vermiştir.

"Nitekim size mesajlarını iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve bilmediklerinizi öğretmesi için içinizden bir elçi gönderdik. Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin ve beni inkar etmeyin." Bakara 151–152

Büyük bir varlık okyanusunda şirki rüzgarların sağa sola savurduğu pusulasız, su alan bir gemiye benzeyen insanoğlunun bu vahyi bilgiye çok ihtiyacı vardı. Çünkü bu bilgi insanoğlu tarafından kördüğüm hale getirilmiş metafizik problemleri çözme potansiyeline sahipti. Bu bilginin insanoğlu için en önemli yanlarından biri insana Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıtmasıdır. Bu vahyi bilginin insanoğluna sunduğu "Allah" tasavvuru, insanın sahip olduğu "ilk sebep" tasavvurundan çok farklıdır ve derindir.

Olaya bu pencereden baktığımızda, gerçekte, Allah'ın insanoğluna vahiy göndererek ona büyük bir lütufta bulunduğunu anlıyoruz. Allah vahiyle insanoğluna büyük bir izzet ve şeref bağışlamıştır. Eğer bu vahiy gelmemiş olsaydı insanoğlu hiçbir zaman gaybla ilgili kesin bir bilgiye sahip olamayacaktı. Onun bu metafizik alanla ilgili tüm bilgisi, filozofların düşünsel çıkarımlarının sonucu olan zanlardan başka bir şey olmayacaktı. Bu da metafizik alanla ilgili asla çözülemeyecek bir kördüğüm ve kaosun sürekli insan zihnini kemireceği anlamına gelecekti.

Allah'a şükürler olsun ki bu vahiy kesintisiz bir şekilde, sayılarını kesin olarak bilemediğimiz elçiler aracılığıyla insanoğluna hep gönderilmiştir. Hatemül Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilahi bilgi kayıt altına alınarak korunmuştur. Böylece bu ilahi bilgi kıyamete kadar insanoğlunun dünyasını bir nur gibi aydınlatmaya devam edecektir.

Bu genel girişten sonra ilahi vahyin nasıl bir inanç sistemi öngördüğüne dair değerlendirmelere geçebiliriz.

Kuran'a parçacı yaklaşımın kalıplarının dışına çıkarak bütüncül bir gözle baktığımızda, ilahi vahyin önemli amaçlarından birinin de Allah'ı tanıyan, hayatın anlamını kavrayan, sorumluluklarının bilincinde olan, Allah ile kendisi arasında dinamik bir bağ kurabilen şuurlu bir insan inşa etmek olduğunu görürüz. Kuran Allah'a imanı salt tanımsal akli bir kabulle sınırlandırmaz. Allah'a iman bu akli kabulün ötesindedir ve çerçevesi Kuran'da çizilmiş olan dinamik bir süreci ifade eder.

Allah'a iman onun sıfatlarından bağımsız olarak düşünülemez. Onun sıfatlarından bağımsız olarak düşünülen bir Allah tasavvuru ilahi bilgiden yoksun bir tasavvurdur ve en nihayetinde düşünerek üstün bir yaratıcının olması gerektiğine kanaat getiren bir düşünürün "yaratıcı" ile ilgili tasavvurundan öteye geçemeyecektir. Hâlbuki Allah, kendini bize sahip olduğu isimlerle anlatmıştır. Bu isimlerin her biri zihindeki kadim sorulara cevap niteliği taşıyan ve karışıklığı giderici özellikler taşıyan isimlerdir. Biz onun Rahman, Rahim, Aziz, Hâkim, Kadir, Selam, Müheymin, Rezzak, Halık, Hakk, Hayy, Âlim, Kahhar, Semi', Kebir… Olduğunu ilahi vahiy sayesinde öğreniyoruz.

 Müslüman bu isimleri bilmeli, kavramalı ve iman etmelidir. Yani onun isimlerinin tamamına iman etmemiz gerekmektedir. Allah'a ilahi vahyin tanıttığı şekliyle iman etmeyen insan İslam'ı asla tam olarak anlayamayacaktır. Çünkü dinin merkezinde Allah vardır. Allah'ı bütün isimleriyle kavramaya çalışmadan gerçekleştirilecek olan hayatı anlamlandırma çabası eksik bir çaba olarak kalacaktır. Vahiy bu konuda insanın önüne yol haritasını koymuştur.

Vahyin ilahi bilgiyi insana sunan gerçekliğine rağmen hayatı anlamlandırma gibi zor bir görevi vahiyden beslenemeyen insanların cüz'i aklına yüklediğiniz zaman onun omuzlarına taşıyamayacağı bir yük yüklersiniz. Hayatı anlamlandırmayı ilahi bilginin yardımıyla yapmayan insan bu işi kendi cüz'i aklına yükler ve anlamsızlığı, hevasına uyarak anlamlılık olarak telakki etmeye başlar. "Hevasını ilah edineni gördün mü?"

Her insan ister farkında olsun ister olmasın bir şekilde hayata bir anlam yükler ve yüklediği anlam üzere amel eder. Eğer insanın hayata yüklediği anlamda Allah'ın yeri yoksa o insanın zihni bir kaosa doğru sürüklenir. Evren onun algılayışında bir karmaşadan ibarettir. Kâinattaki Tevhidi fark edemez. Ölüm onun için sürekli uzak durması gereken bir uçurumdur. Aklına kâinatla, yaşamla, ölümle ilgili kadim sorular geldiği zaman bu sorulardan kaçar. Gerçeğe karşı alabildiğine körleşir. Hayatını anlamlandırmaya dair süreçte vahyin kılavuzluğundan nasiplenmeyen söz konusu insan hayatın anlamına dair kararı kendisi verir. Yeryüzünün bütün azgınları, sapkınları, fasitleri, zalimleri, Firavunları hayatı kendi başlarına anlamlandırma iddiasında olan, Allah'a iman nurundan yoksun olan insan tabakasından çıkmıştır.

Evreni, hayatı ve ölümü vahyin rehberliğinde kuşbakışı değerlendirebilen insan maddenin arkasına yerleşmiş olan gerçeği fark eder. Bu gerçeği algılayan insan, ona göre hayatını ikame eder. O amellerine doğru bir altyapıyla başlamıştır. Artık o insan, insanlar için büyük tuzaklar kuran nefsi hastalıklardan arınmanın kapısını aralamıştır.

Hayatı vahyin rehberliğinde anlamlandırmayı başarabilen insan nefsi hastalıklara saplanan insanlar gibi küçük hesaplar peşinde koşmaz. İnsanlara müstağnice tepeden bakmanın, riyakârca kendini farklıymış gibi göstermenin, insanlara kin beslemenin vs. küçük hesapların ve davranışların onun derin kavrayışında bir yeri olmaz. Bu ve buna benzer davranışların kâmil imana kurduğu tuzakları çabucak fark eder. Ona göre hayat bu sapkın davranışlara kurban edilemeyecek kadar derin anlamlar içerir.

Böyle bir insan artık kendisini her daim esfele safiline çeken her türlü amile karşı direniş gösterebilecek bir potansiyele sahiptir. Dünya hayatına has kısır döngülerden oluşan labirentlerde vakit harcamaz. Hayatı anlamış aşkın bir kişiliğin böylesine küçük işlerle işi olmaz. O kendi içinde iç  içe geçmiş ve kördüğüm olmuş yaşamsal alana ait karmaşayı vahyin kılavuzluğu sayesinde çözer. Sonuçta yaşamsal alana ait her bir şubeye (iş, mal-mülk, çocuk, güç, kadın… ) nasıl ve nereye kadar değer vermesi gerektiğini kavrar.

Bu teslim olmuş kişi hayatına hangi mecrada yön vermesi gerektiğinin farkında olduğu için asla kısır çıkar ilişkilerinin içine girmez. Asla zulümden ve adaletsizlikten yana tavır koymaz.

Kuran bahsettiğimiz anlamda kâmil bir insan yetiştirmek amacındadır ve bunun programını sunar. Buna göre kamil insan olmanın en önemli köşe taşı şüphesiz ki "Allah' ı bilme" olgusudur. Kur'an tüm insanlığı Allah'a teslim olmaya çağırır. Çünkü O âlemlerin rabbidir. O hem iman edenlerin hem de iman etmeyenlerin rabbidir. İnsana Allah'ın gücü ve azameti karşısında hiçbir şeyin gücünün gerçek olmadığı bilgisini verir. Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığına işaret eder ve onun ilminin sınırsızlığını ifade etmek için şu ayeti zikreder.

"Yeryüzünde bütün ağaçlar kalem olsaydı, denizler de mürekkep; sonra yedi deniz (daha) eklenseydi Allah'ın sözleri yine de tükenmezdi. Çünkü Allah kudret ve hikmet sahibidir."  Lokman 27

Kur'an Allah'ı anmayı, zikretmeyi, tesbih etmeyi Müslümanlara emretmektedir. Kur'an Allah'ı tesbih etme konusunda insanı da diğer tüm canlı cansız varlıkların yaptığı gibi tesbih etmeye çağırır. Bizim diğer varlıkların tesbihini kavrayamadığımızı ifade eder. İlahi vahiy Allah'ı hayatımızın merkezine yerleştirmemiz gerektiğini söyler. Ancak bu şekilde gerçek mutluluğa ulaşabileceğimizin bilgisini verir. Nihayetinde vahiy bizim önümüze Allah'la kul arasında donuk, hareketsiz, şuursuz bir imanı değil dinamik, şuurlu ve sürekli bir imanı koyar. Bu konuda vahyin neyi hedeflediğini kavramak için vahyin sesine kulak verelim ve aşağıdaki ayetleri hep birlikte tefekkür edelim.

" Ey iman edenler, muttaki olun ve O'na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi almasına izin vermeyin." Ali İmran 102

" Namazlarınızı ve orta namazını muhafaza edin ve Allah'ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun." Bakara 238

" Eğer kullarım sana benden sorarlarsa ( bilsinler ki ) ben ( onlara )çok yakınım…" Bakara 186

" Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında Allah'ı anar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler." Ali İmran 191

" Ey iman edenler, muttaki olun, O'na daha yakın olmaya çalışın…"  Maide 35

" De ki: " Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir." En'am 162

" Ve sen ( ey peygamber ) gönül alçaltarak korku ve duyarlılık içinde sesini yükseltmeden sabah-akşam rabbini an ve sakın umursamaz kimselerden olma. Bil ki rabbiyle beraber olanlar O'na kulluk yapmaktan asla kibre kapılmazlar ve O'nun sınırsız yüceliğini övgüyle anar ve ( yalnızca ) O'nun önünde yere kapanırlar." Araf 205–206

" Ey iman edenler, her ne zaman sizi, size hayat verecek bir işe çağırırsa Allah'ın ve elçisinin bu çağrısına icabet edin ve bilin ki Allah insanla kalbi arasına girer." Enfal 124

" Onlar ki gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak rablerini anarlar." Furkan 64

" Gerçek şu ki, insanı yaratan biziz ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." Kaf 16

" Ey iman edenler, malınızın-mülkünüzün veya çocuklarınızın sizi Allah'ı anmaktan (zikirden) alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü böyle davranan herkes ziyana uğrayanlardan olur." Münafikun 9

" Rabbinin ismini sabah akşam an ve gecenin bir kısmında O'nun önünde secde et ve uzun geceler boyu O'nun şanını yücelt." İnsan 25–26

Bu ayetlerin insana ne tür sorumluluklar yüklediği aşikârdır: Rab ile kul arasında kuldan rabbe doğru bir yönelişin gerekliliği. Bu yöneliş insanın kendini kainatta doğru konumlandırışını beraberinde getirecektir. Yani rabbini tanıyan insan kendi aklının cüziliğini, kudretinin izafi ve geçici olduğunu, malikliğinin bu alemle sınırlı olduğunu kavrar. Yani bu âlemde Allah'ın kudreti ve azameti karşısında gerçekte ne kadar aciz olduğunu fark eder. Bu farkındalık beraberinde gerçek kudret sahibine teslimiyeti getirir. Teslimiyet İslami inanç sisteminde akidevi konuların en önde gelenlerindendir. Gerçek anlamda bir teslimiyet Allah'ı hakkıyla kavradıktan sonra oluşur.

Allah'a katıksız bir iman ve beraberinde elde edilen teslimiyet olgusu  Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'i kurban etme meselesinde ete kemiğe bürünmüştür. Bu olayı tekrar hatırlayalım:

" Böylece çocuk yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum, dedi. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak sen ne düşünüyorsun. (oğlu İsmail) dedi ki:"babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın. Sonunda ikisi de teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı. Biz ona "Ey İbrahim" diye seslendik. "gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Doğrusu bu apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik." Saffat 102–107

Resulullah (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurur: "Gerçek âlim Allah'ı bilendir." Bu söz tek bir cümleden oluşuyor olmasına rağmen karşıladığı anlam çok derindir. Gerçek ilim sahibi olmayı kategorik ve sistematik bilgi birikiminin çok ötesine taşıyarak "Allah'ı bilme" koşuluna bağlayan bu hadis, Allah'ı bilmeyen ama birçok külliyatı hıfzetmiş nice insana çok şey anlatmaktadır. Eğer sahip olduğunuz bilgi sizi bir kavrayışa taşımıyorsa sizi âlim yapmayacaktır.

Resulullah (s.a.v) ve onun ashabının başına gelenler karşısında gösterdikleri dirayetli duruşun temelinde Allah'la kurulan dinamik bir bağın etkisi kendini göstermektedir. Allah'a iman, O'na teslimiyet ve güven olgusu Müslüman dimağlarda yer etmemiş olsaydı sapmış cahil bir yığından; imanlı, izzetli, şerefli, adil ve özgür bir ümmeti inşa etmek mümkün olmayacaktı.

Allah'ı çokça anarak O'na teslim olmayla zulmü ortadan kaldırma ve adaleti tesis etme sorumluluğu arasında metafizik (gaybi) bir ilişki vardır. Veya tersinden söyleyecek olursak Allah'a teslim olmayan kişiden gerçek anlamda adaleti tesis etmesini beklemek abesle iştigaldir. Çünkü Allah'a teslim olmayan kişi hayatın künhünü kavrayamamıştır. Hayatın künhünü kavrayamayan insan yaşamsal alanla ilgili her bir şubeye gereğinden fazla değer verir ve kısır çıkar ilişkilerinin içine girer. Bu çıkar ilişkilerinin içine giren insandan adalet sadır olmaz.

Dolayısıyla Allah'ı anma ve O'na teslim olmanın önemi salt birey-Allah arasındaki ilişkinin sağlam temeller üzerine bina edilmesiyle sınırlandırılamaz. O'na teslim olma aynı zamanda yönetimsel alana taalluk eden, yönetimsel alanı dolduran insanlarda olması gereken olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Yani O'na teslim olma salt bireyin kişisel yaşam alanını (maddi) ve uhrevi (manevi) yaşam alanını inşa eden bir akide değildir. İslam'da yönetime gelen şahısların bu anlamdaki yeterlilikleri ve rüştleri çok önemlidir. Aksi durumlarda yönetim birtakım fasid ve fasık kişilerin elinde dinsel görünüşlü despotik bir teokrasiye dönüşür.

İslam tarihi yönetim alanının ehil olmayan insanlar tarafından işgal edildiği zaman ne tür vahim durumların yaşanabileceğine dair bize birçok malzeme sunar. İslam'ın iktidarı asla bir amaç olarak görmediği gerçeğini ıskalayan veya bu gerçeği görmezden gelen elitler tarih boyunca din adına dindar toplumu sömürmüşlerdir.

Hz. Hüseyin'in Yezit'e karşı yürüttüğü mücadeleyi tam da bu zeminde değerlendirmek bizi bu katliamı anlama konusunda en doğru sonuçlara götürecektir. Hz. Hüseyin asla bir iktidar mücadelesi peşinde değildir. O yönetenlerin vahyi çizgiyi rayından çıkararak, dini kendi çıkarları için kullanmalarına karşı yönetim emanetini ehline tevdi etmek için mücadele etmiş ve şehit düşmüştür. O bile bile şahadete gitmiştir. Çünkü şahadet dışındaki diğer seçenekler yönetimsel fesada göz yummak demekti yani zilletti.

Hz. Hüseyin Allah'ın son elçisi aracılığıyla gönderdiği vahyin yeryüzündeki gerçek temsilcilerinin, iktidarı bir amaç olarak görüp onu elde etmek isteyen insanlar olamayacağını çok iyi biliyordu. Yezit'e biat etmenin haksızlığa, adaletsizliğe, zulme biat etmek demek olduğunu çok iyi biliyordu. Saltanatlarını yeryüzünde daim kılmak isteyen insanların Allah'a gerçek anlamda teslim olmadıklarını çok iyi biliyordu. Çünkü Allah'a teslim olan insan yeryüzünde hükümran olsa dahi asla Firavunlaşmaz, Karunlaşmaz, Nemrutlaşmaz. Asıl hükümranın Allah olduğunu bilir.

 Mülkün sahibi Allah'tır. İnsan hiçbir zaman gerçekte mülkün sahibi olamayacaktır. Çünkü mülk insanın üzerinde asla baki değildir, geçicidir. Bu yüzden Allah'a teslim olan kimse olsa olsa mülkün Allah adına geçici bir süre kendisine emanet edildiğini bilir ve emanete asla ihanet etmez. Yani mülkü kendi ve yakın çevresi için bir meta olarak görmez. Hz. Hüseyin Allah'a teslim olmuş muttaki kulların eliyle yönetilmesi gereken iktidar erkinin Yezit'in elinde dünyevi bir hırsla kullanılacağını görmüştü. O yönetim şeklinin saltanata dönüştüğünü görerek mücadele etmiştir. Hz. Hüseyin'in verdiği mücadeleyi bu çerçeveden okumadıkça anlayamayız.

Hz. Hüseyin ve beraberindeki mücahitlerin bedenleri insanın kanını donduran katliamla ortadan kaldırılmıştır; ama onların mücadelesi ve şahadetleri çağları aşan bir mesaj olarak bugüne kadar gelmiştir.

Önceki ve Sonraki Haberler