“Usûlü’d-dine dair ulu orta, rastgele tartışmalar takvayı değil kaosu besliyor”

“Usûlü’d-dine dair ulu orta, rastgele tartışmalar takvayı değil kaosu besliyor”

28 Mart Pazartesi günü Van Özgür-Der’in düzenlemiş olduğu “Dini Anlamada Usûl” konulu semineri Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya verdi.

Kısa bir açılış konuşması yapan Van Özgür-Der Başkanı Hayati Beyde sözü Rıdvan Kaya’ya bıraktı. Rıdvan Kaya özetle şunları söyledi:

“Müslümanlar açısından baktığımızda en az iki yüz yıllık bir yenilmişliğimiz var. Bu olgu yanlış sebep ve sonuç irtibatlarını besliyor. Bu yenilmişlikten dolayı ortaya faturayı geleneğe kesen bir tutum ve seküler aklı kutsayan bir yaklaşım geliştiriyor. Buna karşı tepki ise muhafazakâr ve muharref geleneği kutsayan bir anlayış ortaya çıkıyor.

Öne çıkartılan modern ve sözüm ona yenilikçi (!) “akıl” herkesin ittifak ettiği bir kategori değil, seküler, pozitivist, rasyonalist yaklaşımların etkisi altındaki bir düşünme/akletme biçimidir. Din elbette ki “akleden kalp” (Hac, 46) ile anlaşılır ve bahse konu akıl ise “vahye” tabi bir “akıl” olup, doğruya götüren akıl da budur. Fakat bağlamından koparılmış, müstağni ve kendi başına hüküm koyma yetkisi tanınan “akıl” ise sahibini ilahlaştırır.

Modern paradigmanın beslediği kodlarla düşünme, hareket etme, yorumlama ve sonuçlandırma çabası hayatımızı da din algımızı da etkiliyor. Buna bağlı olarak dinin hükümlerinin ne ifade ettiği, geçerliliği, yaşanılabilirliği ve belirleyiciliği tayin ediliyor.

Maalesef dini, hayata taşımaktan çok hayata uydurmak belirleyici oluyor. Merkezde alışılan, dayatılan kurallar ve eğilimler oluyor; dinin emir ve nehiyleri ise tali, ikincil konuma oturtuluyor.

Örneğin ahlak, faiz meselesi, kadın, mahremiyet, İslam hukuku, maruz kaldığımız dayatmalar, eğitim, törenler, anmalar, yeminler vs. hatta özel alanda dahi, mesela düğün töreni, eğlencesi, cenaze vs. bu hayat tarzına göre belirleniyor.

Önce net bir karar verilmeli: İslam'ın hükümlerine tabi mi olacağız, yoksa dini kendimize tabi mi kılacağız? Buna bağlı olarak dini doğru anlamanın usûl gerektirdiği kabul edilmeli. Yaşadığımız sıkıntının temelinde usulsüzlük var. Yani vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir.

Müminler olarak temel gaye Allah'ı razı edecek bir hayat yaşamaktır. Bu ise Rabbi bilmeyi gerektirir. Rabbi bilmek için vahye tabi olmakla olur. Takva ölçüleri geri bırakılıp dünyevi kaygılar ön plana çıkınca hiç bitmeyen bir koşuşturma, çekişme, geçimsizlik, kavga görüntüsü ortaya çıkıyor ve maalesef yoğun bir tartışma ve kavga ortamı mevcut. Dinin anlaşılmasına yönelik tartışmalar da yoğun ve gerilimli gündemler arasında.

Bir uluortalık, rastgelelik sorunu var. Muhataplar gözetilmeden, uluorta konuşmalar (örneğin vahyin mahiyeti, kitabın korunmuşluğu, sünnetin dindeki konumu, haccın vakti, namaz, cihad, veraset, başörtüsü farziyeti, kadın meselesi, cennet- cehennem vs) bir rahmeti değil tefrikayı getiriyor ve geniş halk tabanında dinin doğru anlaşılmasından ziyade sadece kafalarda “şüpheler” bırakıyor.  İyi niyetle bile yapılsa bu usulsüzlük hayra yol açmaz. Tebliğ olmaz. Eğer bir kişi dahi iman hususunda şüphe duyacaksa vebal ödenmez! Nitekim Resulullah'ın (s) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Her işittiğini söylemesi kişiye günah olarak yeter." (Ebu Davud, Sünen)

Takvayı Değil, Kaosu Derinleştirmek

Bu usulsüzlük kafa karışıklığını, kaosu besler, şüphe bulutlarına yol açar. Dinin yaşanılması hususunda bir belirsizlik ve boşvermişlik ortaya çıkarır. Gündemleştirilen pek çok konu, iddia insanları daha muttaki, daha mutedil kılmıyor. Hedeflenen Müminleri Rabblerine yakınlaştırmak değil, daha cedelci, daha rasyonel ve daha nefsani tutumlara sevk! Çünkü usulde yanlışlık var. Hatta niyette de bir çarpıklık, bozukluk var.

Ölçüsüzlük-Usulsüzlük:

Sorunlar Mümin hassasiyetiyle değil, akademisyen ya da gazeteci mantığıyla ele alınmakta ve savruk, umursamaz bir dille konular ortaya saçılıyor ve anlatılıyor. Ümmetin birikimi sıfırlanıp, sorunlu bir tarihi miras atfedilmekte; tefsirde, hadiste, fıkıhta tüm çabalar beyhude uğraş sayılmakta. Tarihi mirası kutsamayalım ama yok saymak da müsrifliktir!

Bu tutum sahabeyi, mezhep imamlarını, muhaddisleri kıyasıya eleştiriyor ve batılı akademisyenlere, oryantalistlere saygı ve ihtiram gösteriyor.

Vahye ittiba Kitab'ı esas almakla olur. Bu da doğru anlamak-yaşamak ile mümkündür. Şöyle ki Kitabın anlaşılmasında ölçüler olmalıdır. Aksi halde keyfi tutumlar gelişir. Tarih boyunca tevil yoluyla üretilen yanlışlar gibi bugün de modern dayatmalar muhkem nasslara yönelik çarpık yaklaşımları beslemektedir.  Öncelikli şart vahye kalb-i selim ile yaklaşmaktır (Şuara 89). Bu şekilde zihniyle vahyi şekillendirme tuzağına düşülmez, vahy ile zihin olgunlaştırılır. Kalb-i selim gereklidir ama yetmez. “Sahih bilgi” gerekir. Sahih bilgi “nass temelli” bilgidir.

İbni Teymiyye mutedil ve doğru bir duruşun özetle;

a) Sahih bir nakle dayanması,

b) Aklıselim ile çelişmemesi gerektiğini söyler.

Kitabın bazı ayetleri açık, bazısı mücmeldir, anlamak için ek bilgiye, tefsir, beyana ihtiyaç var. Resul'ün müfessir ve mübeyyin oluşu bunun içindir. Daha genelde Kitab'ı öğreten O'dur. (Ahzab,21)

O yüzden Resul'e ittiba imanın şartı olup: Rabb’imiz "Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65) “Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider." (Hucurat 2) buyurmaktadır.

Resul'ün vazifesi öncelikle tebliğdir elbette ama Kitab'ın ayetleri sadece sözden ibaret midir? Lafızlar ancak hayata Resul'ün sünneti örnekliği ile aktarılmak suretiyle canlılık kazanırlar. Onun için Kuran'ın pratik anlamda korunmuşluğu ve önüne gelenin eğip bükmesi ancak bu yolla engellenir. Örneğin İncil’in tahrifi ve Protestanlık sapması, Hristiyanlıkta yaşanılabilir, pratik bir sünnet anlayışının olmayışından kaynaklıdır.

Kuran iki ayrı gelenekten söz eder: Atalar geleneğinin terkini, nebevi geleneğin ise sürdürülmesini ister. Enam, 6/90: “İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." Nisa 115'te ise müminlerin yolundan başkasına tabi olanın “dalalete” sürükleneceği bildirilir.

Bir geleneğe tabi olmak zorunda mıyız? Evet, her toplumsal yapı bazı kurallar, eğilimler ve gelenekler temelinde şekillenir. Mevcut konjonktür, modern/post-modern şekillendirmelerle düşünce, ilişki ve hayat tarzımızı belirliyor. Tam bu noktada “nass temelli”, “sahih” bir geleneğe ki buna “maruf örf” demek mümkün, yaslanmak bizi sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaya yönelik dayatmalar karşısında daha güçlü ve muhkem bir tutum almaya yöneltecektir.”

img-20220328-185640.jpg

img-20220328-185610.jpg

img-20220328-185718.jpg

 

Önceki ve Sonraki Haberler