Kurayza esirlerinin akibeti ve İslamofobi
Başakşehir Özgür-Der’de “Tarihi Kökenleriyle Güncel Meselelerimiz” başlıklı Hamza Türkmen’in aylık konuşmalarından Şubat ayı konusu “Beni Kurayza Esirlerinin Akibeti ve İslamofobi” başlığı taşıyordu.
Hamza Türkmen’in konuşması özetle şöyleydi:
“İslamofobi kelimesi 11 Eylül sivil uçak saldırılarıyla beraber yoğun olarak 2001 yılında kullanılmaya başlanmıştır. İslamofobi, kelime anlamı olarak "İslam korkusu" demektir. Bu kelime, İslam dinine ya da Müslümanlara karşı duyulan nefret, ayrımcılık, düşmanlık ve kin besleme anlamında bir korkuyu ifade eder. Bu korkuyu besleyen her türlü dini ve tarihi veri saptırılarak ve komploya dönüştürülerek kullanılır.
İslamofobinin tarihî kökleri Endülüs’ün fethedilmesine kadar iner. İslam ve Müslümanlar hakkında bu çarpıtılmış korku kurguları, tarihte Haçlı seferlerine asker devşirmek isteyen kilise mensupları tarafından kullanılmıştır. İslamofobi konusu son 30-40 yıl içinde Huntington'un ünlü "Medeniyetler Çatışması" makalesinde İslam'ı Batı için bir potansiyel düşmanlık odağı olarak lanse etmesi gibi teorik kışkırtmalarla, küresel kapitalist yayılma ve sömürü çabaları doğrultusunda kullanılmıştır. Özellikle de 11 Eylül 2001 tarihinde New York'taki Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine yapılan sivil uçak saldırılarından sonra Batı dünyasında yükselişe geçmiştir.
Batı’da bazı sosyal bilimciler bu tanımı benimsemiş ve İslamofobinin, İslam ve Müslümanlara yönelik toplumsal damgalamanın etkili bir parçası olarak anlaşılması gerektiğini savunmuşlar ve bu konuyla ilgili iftiralara dayanan ideolojik tarih yazıcılığı yapmışlardır.
Önceleri Kilise’nin, sonraları da oryantalistlerin ve Batılı sosyal bilimcilerin İslamofobi için kullandıkları malzemelerden en önemlilerinden birisi de, Beni Kurayza ile Resulullah (s) zamanında yapılan gazvenin sonuçlarıyla ilgili İbn İshak’ın aktardığı anlatılar olmuştur.
Beni Kurayza Gazvesi sonucu alınan Yahudi esirlerin topluca öldürülmesi ile ilgili anlatılar münzel vahiy ile ve ilk dönem muhaddislerin ölçüleriyle çelişip çelişmediği konusunu aydınlatmak önemlidir. Bu önem sadece oryantalistlere, siyonistlere ve kültür ajanlarına cevap vermek için değil, Müslimler olarak “Biz” ve “Ötekiler” ile ilişkilerimizin şer’i sınırlarını belirlemek için de önemli bir husustur.
İbn İshak’ın Beni Kurayza’nın akibeti hakkındaki zayıf ve şaz rivayetine göre Kurayza Oğullarından 600 veya 900 savaş esirinin boyunlarının vurulmasıyla ilgili anlatı hem münzel vahye ve fıtrata, konuyla ilgili diğer rivayet aktarımlarına aykırı bir keyfilik taassubunu beselemektedir; hem de İslam düşmanı İslamofobik propagandalara malzeme oluşturmaktadır.
Müfessirlerimiz Enfal Sûresi’ndeki “Sen kendileriyle antlaşma yaparsın, sonra her seferinde antlaşmalarını bozarlar. Onlar Allah’tan çekinmezler.”(8/56) ayetinin nüzul sebebini Beni Kurayza’nın, Hendek Savaşı’nda Medine Sözleşmesine ikinci kez ihanet etmesine bağlamışlardır. Hendek muharebesinden sonra da Resulullah ve sahabe Beni Kurayza kalelerini kuşatmıştır.
İbn İshak’ın ihanet eden Beni Kurayza’nın muhasara altına alınması sonucunda Kurayza oğullarının esir alınması ve muharip esirlerin boyunlarının vurulması hadisesi Kur’an nassı ile ve meşhur rivayetlerle bağdaşmamaktadır. Ayrıca zalim sultanların esirlere karşı hukuksuz infazlar, kadın ve çocuklarının cariye ve köle yapılması açısından bu şaz rivayet, nassı aşar tarzda kesin bir delil gibi kullanılmış ve bazı adaletsizliklere kapı açılmıştır.
Konuyla ilgili en açıklayıcı ve önemli ayet Ahzab Sûresi’ndedir (33/26): “Allah, Kitap Ehli'nden düşmanlara yardım edenleri kalelerinden indirdi. Ve yüreklerine korku saldı. Bir kısmını öldürüyor, bir kısmını esir alıyordunuz.” Öldürme kuşatmadaki muharebede gerçekleşmiş, esir alma da teslim olmalarının ardından gerçekleşmiştir. Öldürme ve esir alma olayını açıklayan Muhammed Sûresi’ndeki delaleti açık ayet (47/4) ise Beni Kurayza olayından önce, Bedir Savaşı döneminde inzal olmuş, konuyu aydınlatmıştır. “İnkar edenlerle savaşta karşılaştığınızda, hemen boyunlarını vurunuz. Onları yendiğinizde de sıkıca bağlayınız. Savaş sona erdiğinde ya bir lütuf olarak karşılıksız ya da fidye alarak salıveriniz…” Nitekim Kur’an’ın bu manası açık ayetinin tefsirine aykırı düşen rivayetlere, Buhari ve Müslim, “Sahih”lerinde yer vermemişlerdir.
Beni Kurayza’nın cezalandırılması rivayetini, fesad ve eşkiyalıkla ilgili Maide Sûresi’nde geçen (5/33) “Allah ve Resul'üyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası öldürülmeleri veya asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya yerlerinden sürgün edilmeleridir...” ayetiyle de bağdaştırılması konusunda müfessirler arasında bazı farklılıklar olmuştur:
Elmalılı Hamdi Yazır, ilk dönem müfessirlerine dayanarak gerek siyakından, gerek nüzul sebepleriyle ilgili rivayetlerden anlaşıldığı üzere bu ayetin, açık bir savaşa değil cana, mala, ırza saldırmaya veya ekini ve nesli yok etmeye girişmek ya da bu konuda ihmalde bulunmak ile hak nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışanlara suçlarının derecelerini bildirmekle alakalı olduğunu belirtir. Bu ayet Buhari ve Müslim’e göre hastalığı nedeniyle Medine beytülmal develeri otlağında misafir edilen iki kabile üyelerinden bir grubun yol kesip, eşkıyalık yapması nedeniyle inmiştir.
Sözleşmelerini her defasında bozanlarla ilgili ayetler ise Enfal Sûresi’yle nazil olmuştur (8/56-58):
“Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın halde, her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir. / Onları savaşta yakalarsan öyle dağıt ki arkalarındakiler de dağılsınlar. Belki akıllarını başlarına alırlar. / Bir topluluğun hainlik yapacağından kesin olarak korkarsan, yaptıklarına karşılık anlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Allah hainleri sevmez.”
“Savaşta, artlarındakine ibret olacak şekilde, darmadağın et.” ifadesinin İbn Hişam ve İbn Aşûr Beni Kurayza ya da Beni Nadir; Belâzuri de bu ihaneti yapan Kaynuka Oğulları hakkında indiği görüşünde olmuşlardır.
Kur’an’ın delaleti açık ayetleriyle çelişmemesi şartıyla Beni Kurayza’ya teslim olmalarından sonra nasıl davranıldığı önemlidir. Çünkü bu konuda açık nass söz konusudur; açık nass olmasaydı Resulullah’ın (s) rehberliğinde konuya yakın olanlar veya olayın içindeki sahabe ile ‘şûrâ’ gerekecekti.
Beni Kurayza ile irtibatlandırılan Ahzab Sûresi’ndeki 26. ayetten sonra şu ayet (33/27) gelir:
“Onların yerini, yurdunu ve mallarını size verdi, henüz ayak basmadığınız yerlere de sizi varis kıldı. Allah her şeye bir ölçü koyar.”
Vahyi bildirimlere dikkat etmeyen -en başta İbn İshak olmak üzere- ilk dönem bazı tarihçi ve müfessirler şaz, çelişkili veya sık sık insan kılığında geldiği rivayet edilen Cebrail’in münzel vahiy dışında yönlendirmesi gibi Kur’an dışı zanni rivayetlerle ya da “İş hususunda onlarla müşâvere et.” emrine aykırı olarak şûrâ gerekliliği ile ilgili vücûbiyeti göz önüne almayan çelişkili aktarımlarla konuyu anlatmaktadırlar.
İhanetleri dolayısıyla Hendek Savaşı’ndan sonra Beni Kurayza kaleleri muhasara edilmiştir. Kendileriyle yapılan iki üç haftalık çatışmadan sonra teslim alındıkları, sonra da yargılanıp erkeklerden 600 veya 900 kişinin tek tek öldürüldüğü rivayeti İbn İshak (ö. 153/768) tarafından gündeme getirilmiştir. Bu rivayet, Yahudi kökenli bazı ravilerden aktarıldığı için İmam Malik (ö. 179/795) tarafından reddedilmiş ve bu rivayetinden ötürü İbn İshak eleştirilmiştir.
İbn İshak, zaptı ve sika oluşu tartışmalı olan sonradan Müslüman olmuş Yahudi kökenli ravilerden aldığı ve Yahudi tarihçi Josephus Flavius’un (ö. 100) aktardığı M. 73 yılında Kudüs’teki Roma İmparatorluğu’nun katliamı rivayetiyle örtüşen menkıbeyi, ihanetleri dolayısıyla Beni Kurayza hâkimiyetinin dağıtılması olayı ile bütünleştirip senaryolaştırmış gibidir.
İbn İshak'tan yaklaşık 150 yıl sonra yaşayan Taberî’nin tutumu da ilginçtir. Farklı rivayetleri aktarmak onun genel metodu olmasına rağmen, hikâyenin diğer varyantIarını bulmayı denemeden İbn İshak’ın hikâyesini olduğu gibi aktarmıştır ama haberin sıhhati konusundaki kuşkusunu da ifade etmiştir.
İbn Seyyidinnas’ın “Uyunu'I Eser” adlı çalışmasının girişinde İbn İshak'ın çağdaşı, ilk muhaddis ve fakihlerden olan İmam Malik’in onu açık bir şekilde eleştirdiğin aktarır. O. İbn İshak’ı ‘Hikâyelerini Yahudilerden nakletmektedir.’ diyerek tenkit etmiştir. İbn Hacer daha sonra bu hikâyeleri Kurayza ve Nadir kabilelerinin acayip hikâyeleri olarak tanımlamıştır.
Ayrıca İbn İshak’la mutabık olmayan Taberi’den, İbn Hişam’dan, Vakidi’den gelen bir çok tarihî rivayet de vardır.
Beyhaki, gayrimüslim olarak Müslümanların ordusuyla hareket eden ve ganimetlerden de kendilerine bir mükâfat verilen Yahudilerin var olduğunu belirtir.
Bütün bu rivayetlerin üstünde konuyla ilgili Ahzab Sûresi’ndeki ayet açıktır (33/26): “Kitap ehlinden onlara arka çıkanları da kalelerinden indirdi ve onların kalplerine korku düşürdü. Siz (onlardan) bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz.”
Beni Kurayza erkeklerinin esir alındıktan sonra toptan katledildikleri yargısına ulaşmak Muhammed Sûresi’nin 4. ayetiyle açık bir şekilde çelişir.
Esir erkeklerin toptan öldürülmesiyle ilgili ahad haber değeri taşımayan rivayetler, bazı fakihlerin verdiği esirleri öldürme, hanım ve çocuklarını cariye ve köle yapma fetvasına delil bulma çabası dolayısıyla mı değer kazınmıştır? Bazı ülema da bu önyargıyı devam ettirebilmek için mi (haşa) muhkem ayeti nesh etmeye kalkışmışlardır?
Taberî, bu konuda lütuf olarak karşılıksız veya fidye ile bırakmaktan bahseden Muhammed Sûresi’ndeki ayetin İbn Cureyc, Süddî, Katade, İbn Abbas, Dahhak tarafından nesh edildiği bilgisini aktarmaktadır.
Allah ve Resulü ile savaşıp fesad çıkaranlarla ilgili Maide Sûresi 33. ayetteki ağır cezalar Beni Kurayza içinde müşriklerle hain ilişkilere giren bazı etkin kişilere; ya da onlarla ilgili ayette (33/26) “bir kısmı”na yani sınırlı sayıda kişiye uygulanmış olabilir. Ki bu konuda 40 kişilik veya daha az sayıda bir sayı tahmini de vardır. Ama “esirleri fidye ile veya lütuf olarak karşılıksız salma” ayeti, savaşta ele geçirilen çocukların ve esirlerin köle, kadınların cariye yapılması şeklindeki Arap cahiliye âdetini ve köleliği ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Bu çerçevede Bakara, Nisa, Maide, Mücadele, Muhammed gibi surelerde birçok ayet nazil olmuştur:
Beni Kurayza esirlerinin veya ele geçirilen çocuk ve kadınların köle ve cariye olarak dağıtılması veya satılmasıyla ilgili rivayetleri öncelemek, eski zihnî kalıntılarından kurtulamamak şeklinde ifade edilebilir.
İbn İshak’ın mübareze esiri olan Beni Kurayza erkeklerinin boyunlarının kesildiğine dair anlatısını kadük bırakan nass ve rivayetler de vardır:
Örneğin Enfal Suresindeki (8/70) “Ey nebi! Elinizdeki esirlere de ki: Allah kalplerinizde bir hayır olduğunu bilse, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizin bağışlar. (durumunuzu düzeltir)Allah bağışlar, ikramda bulunur." ayeti veya Muhammed Suresi’ndeki (47/4) ayeti.
Tarihi rivayetlerden de örneğin Beni Kurayza etrafındaki muhasara hareketinin birkaç hafta sürdüğünü aktaran Hamidullah ayrıca bu kabile erkeklerinin daha sonra İslam ordusuyla beraber İslam’a girmeksizin Hayber’e karşı girişilen savaşa katıldıklarını, Müslümanlara yardım ettiklerini Serahsî’nin (ö. 483/1090) “Mebsût” ve Beyhakî’nin (ö. 458/1066) “Sünen” adlı kitaplarına dayanarak rivayet etmiştir.
Yine Elmalılı’nın aktardığına göre Abdullah İbn Ömer’e; tâbiînden Atâ bin Ebu Rabah, Hasan-ı Basrî, Saîd bin Cübeyr, Mücahid ve Muhammed bin Sîrîn gibi müçtehitlere ve Caferi mezhebine göre de esirin öldürülmesi caiz değildir.
Yahudi esirler hakkında ölüm kararının ihanet ettikleri için üstelik Kur’an dışı bir şeriatla Sa’d bin Muaz (r) tarafından verildiği rivayeti -ki sahih kabul edilebilecek bir senede dayanmıyorHudeybiye Antlaşması’na ihanet etmelerine rağmen Mekke’nin fethinden sonra affedilen müşrikler vakıası ile çelişmektedir.
Şaşırdığımız ise, hükümlerini nesh edilmiş eski kitapların şeriatına göre değil, Allah’ın vahyettiği son ve korunmuş olan Kur’an’a göre verecekleri ilkesini bazı ulema nasıl olup da unutabildiği ile ilgilidir. Bu kişiler bireysel hüküm ve içtihatlarını, fetvalarını, şûrâ içtihadı gayretine dönüştüremedikleri için de bu tür hatalara veya aldanışlara düşmekten kurtulamamaktadırlar.
Hak temelli, Kur’an ve Resul öncelikli bir bilinçlenmeyi ve imanı yaşayan müminler, kendi gibi inanmayan insanları Yaratıcımızın ayetlerinden olan “renk ve dil farklılığı” (30/22)’na göre ontolojik olarak ayrıştırıp ötekileştirmezler. Biz insana kavmi, sınıfı, cinsiyeti, zümresi, bölgesi, etnik yapısı nedeniyle öteki olarak bakamayız. İnsanları hakkı önemseyen ve önemsemeyen olarak tasnifleriz. İnsanı fıtratından ve vahiyden kopartıp ötekileştirmek şeytanın görevidir. Mü’min tavır, bir insana ıslah edici görevimizle yaklaşmayı zorunlu kılar.
Allah bizleri kabileler ve halklar olarak birbirimizle “tearuf”ta bulunalım diye yaratmıştır.
Vahiyle terbiye olmuş bir kişi fıtrat ve vahiyden uzak olanları aynı çamurdan yaratılmış ortolojik kardeş olarak görür, ama vasıfsal olarak “Biz” kavramının dışında bir öteki olarak tanımlayıp onlarla tearuf ilişkisini helal-haram ölçüleri içinde sürdürür.
Ama hayata Firavun gibi la yüsel ve kendini merkeze alarak hayata sınırsız özgürlük inhirafıyla hatta kendini bir nevi ilahlaştırarak bakan dehri ve müşrik veya bu tür cahili eğilimli kişi ve zümreler ise, kendi dışındakileri vasıfsal olarak değil ontolojik olarak ötekileştirmektedirler.
Bugün dünyaya hakim olan 100 yıllık aralarla sanayi, uluslaşma ve Aydınlanma/pozitivizm süreçlerinden geçen Avrupa veya dünya görüşü olarak Batı, köken aradığı Eski Yunan’dan beri hep kendi nefsini ilahlaştırıp kendi dışındakileri ontolojik öteki görerek, ötekileri düşman ve sürekli köle ve hizmetçi görerek tanımlamıştır. Eski Yunan site devletleri demokrasisinde bile nüfusun büyük çoğunluğu eşit vatandaş olarak kabul edilmezdi.
Haçlı Seferlerini düzenleyen Papalık ve Roma İmparatorluğu bakiyesi bugünkü unsurlar da, yani küresel kapitalist, Batı-dışı tüm güçleri hep düşman ve öteki olarak görmektedir.
Bizler tarihimizdeki yanlış aktarımları veya muharref sapmaları ıslah etme çabasını yağmacı, sömürücü, kimlik yasaklayıcı veya tahrif edici Batı’ya şirin görünmek için üstlenmemeliyiz. Bizimle ilgili ıslah görevi, örnek bir ümmet neslini yeniden gündemleştirmek için önce kendi nefislerimizi, sonra da tüm insanlığı hakka dayanan adalet anlayışı ile kuşatabilmemize ve doğrularımızı tanıklaştırabilmemize bağlıdır. Bu açıdan yeniden iman eden bir hamle içinde 6 küresel cahiliyenin fikri ve fiziki kuşatmasını yaracak dirayetimize ve evrensel sabitelerimize amel elbisesini ve takva zırhını giydirmeliyiz.”
Program katılımcıların soru ve katkılarının müzakeresi ile sona erdi.